Hayatlarımızın birden değiştiği, zor ve daha da zorlaşacağını bildiğimiz bu belirsizlik dolu günlerimizin tonu karardıkça sanat kendini belli etmeye başladı.
2019 yılında neler yaşadığımızı özetlediğim panorama yazısını kaleme alırken elimde bu özeti yapmak için otuz altı sayfalık bir metin vardı. Titizlikle hazırlanmış, her ay yurtta ve dünyada öne çıkan olayların yazılı olduğu o metinden bir seçki yapıp seneyi özetlemek beni epey uğraştırmıştı. Bu senenin yazısı daha yıl sonu gelmeden belli ve tüm dünya için tek bir kelime: Korona…
Hayatlarımızın birden değiştiği, zor ve daha da zorlaşacağını bildiğimiz bu belirsizlik dolu günlerimizin tonu karardıkça sanat kendini belli etmeye başladı. Önce İtalya’dan sosyal medyaya düşen balkonlardan birlikte söylenen şarkılar, aryalarla bize kendini hatırlattı. Başka bir yere doğru bakmaya başladık ve o baktığımız yer bize iyi geldi. Derken kendimizi dünyaca ünlü sanatçıları sosyal medya hesaplarından verdikleri canlı konserleri izlerken bulduk. Öylesine Instagram’da dolaşırken birden Chris Martin’le yüz yüze geliyor, salonunun kıyısında sohbet eder gibi birlikte eğlenerek piyanosunu dinliyorduk. Böyle örnekler çok… Diğer taraftan gezegenin en ünlü sanat kurumları arşivlerini on-line erişime açarak bu dijital şova katılmaya başladı. Evlerimizden çıkamadığımız bu günlerde sanat ve sanatçı seyircisine ulaşmak için olası her yolu denerken seyirciler de ulaşamadığı sanatı yaratma yoluna gitti. Balkonlarına, pencerelerine çıkıp bir yardım çığlığı atar gibi şarkılar söyleyerek sanatın ne denli yaşamsal bir ihtiyaç olduğunu hatırlamamıza neden oldular. Sanat yolu ile özlenen ve ihtiyaç duyulan şey belliydi: İnsana iyi gelen bir arada olma duygusu ve endişeyi coşkuya dönüştürmede yaşama anlam katma arayışı.
Geçtiğimiz günlerde The Guardian’da çıkan bir yazıda Shakespeare’in Hamlet, Macbeth ve Kral Lear gibi oyunlarını veba salgını sırasında evinde kapalı olduğu günlerde kaleme aldığı söyleniyordu. Bu günlerde de birçok sanatçının evlerinde yaşama tutunurken bir yandan da korona sonrası dönemin sanatını ürettiklerini düşünmek insana umut veriyor. Günlük rutinimiz ve sosyal yaşantımız kesintiye uğrasa da, bu akışın devam ettiğini bilmek kendini hatırlamak, kendini yeniden bulmak gibi bir şey.
Kendisi de bir Holokost kurtulanı olan ünlü Avusturyalı nörolog ve psikolog Victor Frankl, İnsanın Anlam Arayışı adlı çalışmasında yaşam tehlikeye girdiğinde insanın anlam arayışına yönelmesinin ardındaki varoluşçu çabayı anlatırken özgürlüğe dikkat çekiyor. Özgürlüğün insanın elinden alınmasının mümkün olmayan bir duygu olduğunu, tamamen kıstırılmış bir insanın bile iç dünyasında alabildiğine özgür olduğunu bize hatırlatıyor. Sanatın bir şeylerin zora girdiği, çarkların sıkışmaya başladığı zamanlarda kendiliğinden ortaya çıkışı biraz buna bağlı olsa gerek. Zira insanlık tarihi kadar eski olan sanat tarihi yaşanılan bütün zorlukların geride kalacağı, geçmişten gelen güçlü ve önü kesilemez akışın bizi geleceğe taşıyacağını hatırlatan, umudu besleyen coşkun bir nehir aynı zamanda. İnsan bu nehre girmek, geçmişten güç alarak geleceği hayal etmek istiyor.
Sanat üzerinden yapılan bu hatırlama ve hayal kurma pratikleri içsel bir güçlenmeyi de beraberinde getiriyor. Toplama kamplarında Yahudiler tarafından yazılan tiyatro oyunlarının hiçbirinin toplama kampında geçmediği, geçmişi ya da geleceği anlattığı görülür. Artık çok daha iyi anlıyoruz ki içinde bulunulan durum katlanılamayacak kadar zorsa geleceğe bakarak o duruma katlanmak insanı ayakta tutan bir eylem. Çünkü insan ancak bir ayağını geçmişe koyup diğerini geleceğe uzatırsa içinde bulunduğu durumun üzerinden atlayıp onunla baş edebilecek güce ulaşabiliyor. Sanat bize işte bu köprüyü sunuyor. Bir arada olduğumuz zamanları hatırlatıp yeniden bir arada olacağımız günlerin müjdesini veriyor. Buna ne kadar da ihtiyacımız var…
Böylesi zor zamanlarda insanın yardımına koşan bir diğer şey de mizah. Gün içinde hemen hepimize Whatsapp gruplarından gönderilenler arasında mizahın ayrı bir yeri var. Karantinanın ilk günlerinde birbirimize mizahi bir şey gönderirken böylesi zor bir zamanda nasıl olup güldüğümüze içten içe kendimiz de şaşıyor, yanlış anlaşılmamak için “Biraz gülelim diye...” gibi ufak açıklamalar yapıyorduk. Artık bunları bıraktık. Sadece gülüyor ve yüzünün gülmesini istediklerimizle paylaşıp geçiyoruz. İnsan, karşısında kendini küçücük ve çaresiz hissettiği olaylara gülemez, onlardan korkar. Korku tedirginliği, tedirginlik güçsüzlüğü beraberinde getirir. Oysa bir şeye gülebilmek için onun üzerine çıkmak, ona yukarıdan bakmak, onunla alay edebilmek ve bu yolla güçlü olanın biz olduğunu, gücün bizden yana olduğunu hissetmemiz gerekiyor. Gülmenin cesur yanı işte burada saklı. Gün içinde yüzümüzde beliren her gülümseme evlerimizden çıkmadığımız şu günlerde kendi kendimize yaptığımız küçük ama cesur eylemler.
Winston Churchill’in zor zamanlarda kendime hatırlattığım bir sözü var: “Cehennemden geçiyorsan yürümeye devam et” diyor Churchill. İşte sanat bu yürüyüşü sürekli kılabilmenin gücünü veriyor bize. Fırtınada korkup ürkmüş kuşların koruyucu bir kanat aramaları gibi gidip ona sığınıyoruz. Biliyoruz ki insanın insana en büyük armağanlarından olan sanatın o geniş kanatları bizi bir araya getirir ve korur. Evet, korur. Bizler belki kendi küçük yaşantılarımıza sanata hiç bu kadar ihtiyaç duymamış olsak da, o bunu yüzyıllardır yapıyor. İnsanlığın büyük kalbi, büyük vicdanı, büyük aklı ve gücü onda saklı. Bu zor günler geride kaldığında sanat var olmaya devam edecek. Buna inanalım ve sevmeye, gülümsemeye ve yola devam edelim.