Korona virüsünün üç ay içinde kontrol edilemez bir hızda yayılmasıyla birçok ülkenin sınırlarını kapatması ve dünyada pandemi alarmının tüm konuların önüne geçmesi; Jose Saramago’nun Körlük adlı etkileyici romanını hatırlatıyor. Hızla bulaşan bir körlük salgını ile tüm sistemin domino taşları gibi dağılması ve gören kişilerin de güvenlikleri için kör taklidi yapmalarını; uygar dünyanın bir anda vahşi bir yaşamla yer değiştirmesini anlatıyordu roman. Bruegel’in, Ferisiler ya da Kör Yürüyüşü olarak bilinen, ölümünden bir yıl önce yaptığı resmiyle bağ kurarak körlük meseline gireceğim.
Sanatçının yaşadığı dönemde Brüksel, İspanyol yönetiminin baskısı altındaydı, siyasi sınırlar bugünkünden farklıydı. Bölgede Alba Dükü korkunç terör estiriyor, kendisine karşı gelen din kardeşleri Calvinist ve Luterianlara şiddet uyguluyordu. Bu resmin yapıldığı sırada, 84 vatandaş idam edilmiş, takip eden iki ayda 1500 kişi tutuklanmıştı. Whit Sunday’de (Paskalya’dan sonraki 7. pazar) iki aristokratın kafası Alba’nın ‘kanlı konsil’i tarafından kesilmişti. Halk çaresizlik içinde bu zalim iktidarın artık son bulmasını istiyordu.
Resim konusunu, Matta İncili, 15:14’te geçen İsa’nın sözlerinden alır. İsa Ferisilere şöyle der:“Kör rehberin kör takipçisi olur. Eğer bir kör körlere rehberlik ediyorsa, hepsi birden çukura düşerler.”
O dönemde, Hollanda’da bir liderin vizyonu ne ise sanatçısından çiftçisine, tüm toplum şüphesiz onun gibi düşünüyordu. Daha beterinden korkuyor, karşı çıktıklarında olası daha büyük bir felaketten kendilerini korumaya çalışıyorlardı. Sanatçının bu atmosferde mevcut siyasi durumdan etkilenmiş olması açıktır. Resminde belirgin bir politik eleştiri sergileyen sanatçı, ölümünden önce eşine resmin taslaklarını başkalarının görmemesi için yaktığını söylemiştir.
Bruegel yoksul ve gözleri görmeyen altı dilenciyi gösteriyor bize. Antik dönemde körlük tamamen farklı bir anlama sahipken; örneğin Teiresias efsanesindeki gibi körlerin, kahinlik ve müzisyenlik gibi konularda başarılı oldukları inancı Zeus’un bir hediyesiydi ve onları toplum içinde konumlandırabiliyordu. Oysa Ortaçağ’ın Hristiyan dünyasında, Yunan tanrılarının fikirlerine yer yoktu, buna karşın körler hâlâ mucizelere inanıyordu.
16. yüzyılda Reformist liderlerin mucizelere ve azizlere pek inancı kalmamıştı, bu nedenle İncil’deki bu konu seyrek kullanılmaya başlandı. Ancak Martin Luther ‘sahte rehber’kavramını dini tartışma ve yazılarında sıklıkla “Papa’nın, körlerin kör lideri olmasına izin verin” diyerek hatırlatıyordu.
İsa veya Zeus’un mucizesiyle şifa bulmuş insanlar yerine, düşkünler ve dilencileri doğrudan resmetmişti Bruegel burada. Bir köy sahnesinde, çaresizce yolunu bulmaya çalışan ve birbirlerinin üzerine yığılarak düşen görme engelli insanları daha önce hiçbir sanatçı bu kadar gerçekçi göstermemişti.
Bruegel’in gözlerdeki körlüğe bakışı
Bruegel’den önce körler resim sanatında göz kapakları kapalı olarak resmedilirdi. Burada, bir bedensel engelden ziyade, göremedikleri gerçeğini ortaya koyuyordu sanatçı. Bu ilginçti, Bruegel gerçekliğe çağdaş dünyanın meraklı gözleriyle bakıyordu. Ortaçağ’ın teolojik anlayışından sonra, Rönesans’la birlikte, evren ve doğa bilimsel araştırmaların nesneleri haline gelmişti. Onları bugün dahi bir doktorun teşhis koyabileceği bir doğrulukla resmetmişti. Mavi şapkalı adam katarakttan, diğeri kornea kanserinden mustaripti. Onun önündeki gözleri oyulmuş adam, bir kavga veya işkencede malul olmuştu.
1585 yılının tıp kitaplarında 113 göz hastalığı listelenmiş mesela. Tıptaki yenilikler ve araştırmalar ile geleneksel tıp arasında büyük farklar vardı. Eğitimli doktorlar, cerrahi müdahaleyi önemli bir konu olarak ele alırlarken, diyar diyar gezen berber-cerrahlar, hazırladıkları bitkisel karışımlarla geleneksel tıp hizmeti veren şifacılar olarak insanları sakatlayabiliyorlardı. Örneğin kataraktı, bulanık görme, göz sulanması, kızarıklık, arpacık gibi durumlar için kızıl saçlı adam idrarı ile tedaviler öneriyorlardı. Sanki üzerinden 500 yıl geçmemiş gibi bunun bir benzerini geçen hafta okuduğum bir haberde gördüm. Hindistan’da bir milletvekili inek idrarının COVID-19’da etkili bir dezenfektan olduğunu ileri sürdü...
Bugün birçok Afrika ülkesinde görülen hastalıklar gibi, hijyen eksikliği, körlüğün başlıca nedenlerinden biriydi. İnsanlar, doktor veya şifacılardan çok umutlarını, Katolik Kilisesi tarafından işaret edildiği gibi, o günlerde her hastalıkla ilgili koruyucu azizler ve efsanelere bağlamıştı. Bunlar hastaların zihinlerini, hastalıkların nedeni ve tedavisini araştırmaktan daha çok meşgul ediyordu. Örneğin St. Augustin’e görme şikâyeti olanlar dua ederdi, çünkü azizin isminin ilk üç harfi ‘Aug (Auge) Almancada göz anlamına geliyordu. İstatistik bilginin yokluğunda aziz sayısı bize 16. yüzyılın hastalık dağılımı hakkında fikir veriyor.
Örneğin yüksek ateş ve enfeksiyonla ilgili şikâyetlerde 123 azizden, vebayla mücadelede 53 farklı azizden yardım istenirken, 49 azizden baş, 47 azizden göz hastalıklarıyla ilgili şifa bekleniyordu. Göz şikâyetleri 16. asır hastalık grubunun en üstünde yer alıyordu.
Resimdeki kilise, sanat tarihinde üzerinde en çok tartışılan kilise resimlerinden biridir. Sanatçı yapıyı kasıtlı olarak insan zincirinin üzerindeki boşluğa yerleştirerek, hendeğe düşen öndeki iki adamın umudunun kalmadığını, ama arkadakilerin hâlâ kilise tarafından kurtarılabileceğini söylüyor. Burada Hristiyan ahlakının yok oluşuna dikkat çekerken, İncil’de Yahudi Ferisilere hitaben söylenmiş sözü bizzat özeleştiri yapmak için kullanıyor. Markos incilindeki kör rehberler, 16. yüzyıl Katolik Kilisesinin din adamlarıdır. Kilisenin önündeki solmuş ağaç, kilisenin artık işe yaramaz, çökmüş bir yapı olduğunu gösterir. Üçüncü tartışma ise kilisenin, köy mimarisinin bir parçası olduğu ve bir sembol olmadığı yönündedir. Çoğunlukla köy hayatını resmeden Bruegel için, Hollanda’nın her köyünde bir kilisenin olması olağan bir durumdur.
Din ve kilisenin 16. yüzyılın seyrini etkilediği bir gerçektir. Katolik Kilisesinin baskısı nedeniyle, Luther, Zwilling ve Calvin öncülüğünde Reformla gelen yeni fikirler körlerin yaşamını doğrudan etkiledi. Körler çalışamadıkları için sadakaya bağımlıydı. İhtiyaç duydukları parayı, kendilerini günahtan arındırdığı ve cennete gidecekleri inancıyla Katolik Kilisesinin üyelerinden alıyorlardı. Ancak Reformcuların cennete gideceklere sadece Tanrı’nın karar vereceğini savunmasıyla işler değişti. Artık iyiliklerden kazanılacak bir fayda yoktu. Sadakanın en büyük teşviklerinden biri ortadan kalkınca kilise ve manastırların önündeki birçok dilencinin yaşamı buna bağlı olarak zorlaştı. Protestanlar, Katolik Kilisesinin ve manastırların varlıklarına el koydu. Şehirlerdeki yardım kuruluşları, dini dernekleri devraldı ve kırsal alandaki muhtaç kimselerin bakımını üstlendi. Serfliğin kaldırıldığı gelişmekte olan Hollanda’da bu insanların sorumluluğu toprak sahiplerine verildi.
Kasaba halkı, kendi yoksullarına sadaka vermeye istekli olsa da yabancılar birkaç gün içinde kovuldu. Sosyal demokrasi ve milliyetçiliğin bir arada nasıl serpildiğini de buradan itibaren anlamaya başlayabiliriz. İnsanlar onların gerçekten sakat veya yoksul olduklarına inanmamaya başlamıştı. Buradaki altı adama merhamet yerine şüphe ile bakılıyordu artık. Bugünkü mülteci politikalarının özeti adeta.
Calvin her bireyin kaderinin önceden Tanrı tarafından belirlendiğini söylüyordu. Zengin olanların servetlerinden utanmaları gerekmiyordu, itibardan tasarruf etmeye gerek yoktu. Öte yandan yoksulluk, hastalık ve sefaletin varlığı da Tanrı iradesiyle gerçekleşiyordu. İnsanları kutsanmış veya lanetlenmiş olarak ikiye ayıran ve bir anlamda eşitlik ilkesini yok sayan Calvin’in bu öğretisine göre herkes, Tanrı’nın öngörülemeyen ve onun takdir ettiği bir kaderi kabullenmek zorundaydı. Kapitalizme giden yolun taşları bu teslimiyetle döşenmeye başlandı ve sınıf kavgasının yeni bir sürümü ortaya çıktı.
Kilise ve yoksullar
Bruegel’in Calvinist veya Protestan olup olmadığını bilemiyoruz ama en azından resimleri ve çevresindekilerin yorumlarına göre Katolik inanca eleştirel bakan biri olduğunu söyleyebiliriz. Bilinen resimlerinin hiçbirinde kilisenin ahlaki, eğitsel ve öğretici programına uymadığını görüyoruz. İncil’deki konuları, kompozisyonuna tesadüfen oraya konmuş gibi gizler. İroni ve metaforla mesajın iletilmesine odaklanır.
Yakın çevresi onun Stoacı olduğunu ve antik dönemin filozoflarının düşüncelerini benimsediğini ileri sürmüşlerdir. Stoacılar, evrenin her canlıya yer ve kader tayin eden bir güç tarafından yönetildiğini, insanın erdeminin de kaderine sakince boyun eğmekte yattığını ileri sürer. Eğer bir adam kör ise bu tanrının istediği bir şeydir ve ona yardım edilmez. Mutluluğun, doğanın kanunlarına uyum gösterildiğinde geldiğini savunular. Bu kader kavramı Calvin’in önceden belirleme teorisine benzer; her ikisi de yoksullara ve engellilere karşı mesafeli ve şüpheci bir tavrı teşvik eder. Bu tutum Bruegel’in kör adamları tasvirinde apaçık görülür. Tökezleyen insanları merhamet ve empati uyandıracak şekilde tasvir edebilirdi mesela sanatçı. Ancak boş göz yuvaları, ceza ve kavga ile ilişkilendirilerek, bu durumun hakedilmiş bir sonuç olduğu fikrini destekliyor olabilir de.
Gayet acımasız görünen bu tutumun edebiyatta da örnekleri vardı. 1553’te Antwerp’te yayınlanan Tomas Lazarillo’nun hikayesi çok popüler olmuştu. Bir adamın kör taklidi yaparak (hayatını geçindirmek için) başvurduğu hile ve numaraların hikayesiydi. Almanya’da basılan bir başka bestseller olan Till Eulenspiegel’deki şakalar da uydurma değil gerçeklerdi. Till, gözleri görmeyen bir grubun arasında kör taklidi yapıyordu. İşin fenası onlarla yemek karşılığında böyle bir işbirliği içine girmişti. Böylelikle körler de karınları tok olduğu halde gören kişinin sahtekarlığına ortak olmuşlardı. Günümüz siyasi hayatına ne kadar da benziyor değil mi? Körlerin de katıldığı bu oyuna artık acımaktan ziyade gülünüyordu.
Bruegel’in resimlerinin insanların yüzlerine gülümseme getirdiği bir gerçek. Buradaki mizah anlayışını modern izleyicinin hayal etmesi zor belki ama zaten o günlerde cüceler ve saf insanlara gülmek, sarayda eğlencenin bir formuydu. Çaresiz, eğitimsiz, yetersiz insanlara gülünüyordu.
Kör lider ve kör takipçileri konusu Bruegel’den önce de çok işlenmişti. Ancak onlar gözleri kapalı olarak ve körlüklerinin karakteristiği verilmeden resmedilmişti. Bruegel klişeler yerine medikal sorunlarını anlayacağımız şekilde gerçeği resmetmişti. Her bir insanı kişiselleştirmişti.
Diagonal olarak, bir yay şeklinde sıraladığı altı figürü, alçalarak takılıp düşerken göstermiştir. Körlerin düşüşü bir talihsiz takılmadan çok sanki kaçınılmaz bir sona gidiyorlarmış gibidir. Paletinde canlı ve kontrast renkler yerine, gri rengi baskın olarak kullanması, sonun gelmekte olduğu duygusunu güçlendirmek ihtiyacından olabilir. Sadece arada soluk kırmızılar görünüyor. Tüm figürler, mimari, giysiler vs. zemindeki dekora karışmış ve doğanın renkleri içinde yok olmuştur. Bu doğa içindeki bütünleşme hali, Stoacıların düşüncelerine denk düşen, hem teknik hem de felsefi bir derinliğe sahip olduğunun ispatıdır sanatçının.
Bu sadece körlük üzerine yapılmış bir resim değil. Fiziksel, ahlaki ve dini metaforları kullanan sanatçının, ölümün kaçınılmazlığı hakkında ve kendi yaşamının sonuna geldiğine dair de bir mesaj bıraktığını düşündürüyor. İzleyiciye, ağır çekimle hayatın yavaşlatılmış bir görüntüsünü sunuyor adeta.
Bugüne fazlasıyla referans veren detayları görerek, günün gerçekliğini tarihsel bir döngü olarak kabullenmek mi isteriz, yoksa zinciri kırıp özgürleşmek mi? Politika üretirken, bir zaman sekmesiyle hiçbir eksik bırakmadan Avrupa’nın16. yüzyılını tekrar ediyoruz. Bu kesif zihin körlüğü bir yana; gözleri gerçekten gören, insani duygulara ve analitik akla sahip kimselerin çok acı çektiği muhakkak.
Gençlere olan güvenimden umutlanma hakkımı saklı tutarak bunların da geçeceğini biliyorum ama kör bakarken o nihai çukura girmeden önce daha neler göreceğiz kim bilir?
* What Great Paintings Say, Rose Marie - Rainer Hagen