Bahar

Toplum
29 Nisan 2020 Çarşamba

İKİLEM- DANİEL LEVİ

 

Bahar, uzun kış döneminin ardından, doğanın tekrar canlandığı bir zamandır. Doğadaki tüm varlıklara yaşam geri dönmüş gibidir. Güneş bir başka ışır. Her yer yeşillenir, ağaçlar, bitkiler, çimler vs… Çiçekler ve meyveler de bu dönemde görülür. Havalar ısınmaya başlar. Bütün bu gelişmeler insanlara da yansır. Hepimiz yeni bir kişiliğe bürünür, içimiz yaşam sevinci ile dolarız. Bu da yaşamımıza yansır. Bu dönemde hepimiz yeniden doğa ile bütünleşmek isteriz. Kıra, ormana, pikniğe, deniz kıyısına ailemiz ve sevdiklerimizle gidip oralarda beraberce hoş vakit geçirmeye çalışırız.

Çiçekler, özellikle sokak kenarlarında, kırlarda yeşillikler arasından fışkıran beyazlı sarılı papatyalar hepimizi çok çeker ama biliriz ki çiçekleri kopardığımızda onları ölüme mahkûm etmiş oluruz. Hâlbuki yaşam; dalında, kökünde ve toprağındadır.

Bahar deyince benim aklıma hep temizlik aklıma gelir. Pesah bayramımız nisan ayına denk geldiği için bayramdan 15 gün öncesinden evin odalarından temizliğe başlanırdı.  Tüm raflar, çekmeceler, dolaplar tek tek boşaltılır, temizlenir. Çıkartılan eşya tek tek kontrol edilir. Eskimişler, sığmayanlar, kullanılmayanlar, aşınmışlar bir kenara ayrılır, asla tekrar yerine konmazdı. Bu şekilde yerleştirme yapıldıktan ve kalmış olabilecek tüm pisliklerden arındırıldıktan sonra oda iyice yıkanır, temizlenir ve kapatılırdı. Evin o bölgesi artık Pesah için hazırlanmış olurdu. Malum Pesah’ta evde hiçbir mayalı veya kabaran gıda bulundurmamak gerekir. Bu şekilde kapanan odalar bizlerin ev içindeki hareket sahamızı kısıtlar ve çocuklar bundan çok rahatsız olurduk. Kısıtlanan alanlara her gün birisi eklenirken arife gecesinde mayalı ve kabaran yiyecek alanı sadece mutfağın bir masasına kadar düşerdi. O gece dedem bir tabak, bir bıçak ve tabak içindeki küçücük bir bohça ile evde son kontrole çıkardı. Bu kontrole ben ve kardeşim de katılır,  ev içinde dedemin arkasından kortej halinde arayışımızı sürdürürdük. Tabii “Kal Hamira” diye başlayan o sihirli cümle eşliğinde… Genelde merdiven arası divan altında mutlaka birkaç ekmek kırıntısı bulunurdu. Sonraları bunların bizler için bırakıldığını öğrendik.

Her yıl Hahambaşılık İzmir için son mayalı yeme gün ve saatini belirler. Tabii ki Pesah arife günü maksimum 10.30 civarı. O gün Behorların (ailenin ilk doğanı) günü olduğu için Behorların sabah duasına katılıp oradaki Talmud tefsir oturumuna katılmaları gerekir. Oturum akabinde verilen yemekten yiyip o gün oruç tutmaktan kurtulurlar. Sinagoga gidemeyen veya gitmeyen ilk doğan Behorlar için de sinagogda bulunan yakınları onlar için de hazırlanmış torbalardan isterlerdi. Kalabalık ailelerde hazırlanan torba sayısı limitli olduğu için sinagog yöneticileri çok sayıdaki talepleri hep kısmak isterdi.

İzmir’de boyoz, yumurta, kuru üzüm vs…’den oluşan bu menüyü de yedikten sonra ekmek ve mayalı gıda yemek faslına sekiz günlüğüne ara verilirdi. Arife günü Hamursuz Duası okunmadığı için de Hamursuz Matsa yenmezdi. Bizim gibi yemeği çatal ve bıçak ile değil, çatal ve ekmek ile yemeğe alışmış bizler için bunun ne kadar bir sorun olduğunu tahmin edemezsiniz. Çağlardan beri insanın temel gıdası ekmek iken, bugün ekmek sofralarımızdan dışlanmış gibidir. 

Yıllar sonra 1977’de çalıştığım şirket hesabına bir İtalyan teknisyen ile Bodrum’a narenciye işleme ve paketleme tesisini elden geçirmek için gitmiştik. Şubat ayından 19 Mayıs’a kadar orada yaşadık. O zamanlar Bodrum 5-7 bin nüfuslu çok şirin bir yerdi. Herkes birbirini tanırdı, içten havası vardı. Bahçe içindeki mavili, beyazlı evlere giden o daracık ve dolambaçlı yollarda kaybolmak bana huzur verirdi. Yanılmıyorsam güneşli bir nisan günü işe giderken evlerde farklı bir faaliyet görmüştüm. Pencereler kapılar açık, kimisi yorganlarını pencerede havalandırıyor, kimisi evini beyazlı mavili tekrar boyuyor, istisnasız her evde bir faaliyet… Yıkanan çarşaflar vs… Sorduğumuzda o günün bütün Bodrum için ‘Bahar Temizliği’ günü olduğunu söylemişlerdi. Bodrum bugün o şirin yerel özelliğini kaybetmiş, kozmopolit, endüstriyel ve mekanik bir turizm merkezine dönüştü. Eski halini yaşamış biri olarak oraya gittiğimde garip bir hüzün duyarım. Acaba bu kadim gelenek devam ediyor mudur? 

Yıllar geçti, bu kez İzmir’in saygın ISO500 şirketinde çalışıyorum. Genel müdür değişmişti. Yeni müdürümüzün yaptığı ilk iş tüm evrakları atıp masa üstünü komple temizlemekti. Üstü boş olan masada telefon yanında bir kitap vardı: ‘Clean Your Desk – Masanızı Temizleyiniz’.

Çok sonraları sevgili Lina Filiba sayesinde İstanbul’da cemaatimizin her yıl organize ettiği Limmud toplantılarına katıldık. Bir yıl gelen hahamlardan biri ‘Negatif Enerji’ üzerine bir konuşma yapmıştı. Hatırladığım kadarı ile mealen “Öze ait olmayan her şeyin negatif enerji taşıma riski yüksektir” demişti. Saatini göstererek bu aleti saat olarak kullandığınız sürece size fayda sağladığı için yaşamınıza pozitif olarak etki eder, tesadüfen biri ile tartışırken saatinizi kolunuzdan çıkartıp, kayış ile karşınızdakinin yüzüne tokat atarsanız işte o zamana kadar pozitif katkı yaratan saate negatif enerji yüklemiş olursunuz. Buradan çıkartılacak sonuç “Ne kadar az eşya o kadar az negatif enerji” olabilir. Bu neden ile çok başarılı olmamakla birlikte kullanılmayan her şeyi ihtiyaç sahiplerine karşılıksız vermek ve ortamımızdan çıkartmak önem kazanmaktadır.

Genel Müdürümün bu konudaki sözü ile bitireyim: “Önümüzdeki altı ay içinde kullanmayacağını düşündüğün her şey fazlalıktır. Sat, bağışla veya elden çıkar.”