Küreselleşme bitmeyecek

Pandemi, ülkemiz de dahil, tüm dünya devletlerinin mevcut sorunlarını daha da arttırdı. Herkes, “Küreselleşmenin olumsuz etkilerinden nasıl sıyrılacağız?” sorusunun cevabını arıyor.

Elif ULUĞ Dünya
29 Nisan 2020 Çarşamba

Devletin işlevleri ne olacak, eskisi gibi kamu yararına daha geniş bir alan mı kurgulayacağız? Ama bu özgürlüklerimizin kaybolması gibi bir bedel ödememize mi neden olacak? Beyaz - siyah gibi değil de grinin çeşitleri tonlarında tartışmamız gerekiyor. Bu bağlamda Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile bir Skype toplantısı gerçekleştirdik. Sorularımla birlikte, Üstad’ın yorumlarını sunuyorum.

 

Hepimiz için çok ilginç bir süreç yaşanıyor, çok karanlık günlerden geçiyoruz. Bütün dünya devletlerinin rolü ve gücü, etkisi ve yetkileri ciddi oranda güçlendi. Vatandaşların gözü kulağı televizyonlarda devlet başkanlarından gelen direktiflerde… Devletin gücü artacak mı? Sosyal devletin AB’de ve ABD’de ciddi zarar gördüğünü düşünüyorum, ne dersiniz?

Devlet, bireyin yaşamını sağlamak ve onu korumak görevini üstlenmiş olan yapıdır. Liberal siyasal teoride Hobbes, J. Locke gibi düşünürlerin başlattığı bir tartışmayla devletin aslında bir toplumsal sözleşmenin ürünü olduğu ve bu sözleşmede insanların devlet öncesinde yaşadıkları özgür hayatı daha güvenli, daha sağlıklı, daha medeni, daha uzun yaşama imkânı için terk ettikleri, bunun karşılığında güvenli aynı zamanda daha medeni bir ortamda yaşamak istedikleridir. Dolayısıyla devletin temel işlevi bireyin güvenliğidir. Pandemi ya da küresel salgın bunu hatırlattı. 1989’da Berlin Duvarının yıkılması ve 1991’de Sovyetler Birliği bayrağının Kremlin’in üzerinden indirilmesiyle Soğuk Savaş bitti. Bütün dünyada olabildiğince devlet düzenlemesi az bir piyasanın liberal koşulları içine girdik; kurumları ve kuralı ile yaşayan bir hukuk devleti ile bağlantılı olarak liberal demokrasinin gelişeceğini varsaydık. 90’ların başında Fukuyama’nın Tarihin Sonu kitabı bu iddiadaydı. Bu dönemde servet birikimine neden olan gelir artışları yaşandı, şu anda dünyada dolar trilyonerleri var. Daha önce böyle bir şey görülmemişti. Bu durum, aynı zamanda muazzam bir eşitsizliği, gelir dağılımı bozulmasını da beraberinde getirdi. Bu politikaları 80’lerde Reagan ve Thatcher başlattılar. Aşırı zenginleşmiş bu yüzde 10’un geliri 1980’den 2010’a, iki katına çıktı. Toplumdaki gelirin yüzde 50’sini alanların oranı ise yarı yarıya düştü. Bunlar yüzde 30-35, şimdi yüzde 10-20 yani iki eğri arasındaki ara muazzam bir şekilde açıldı. Bunun yarattığı hüsran, kırgınlık, öfke, korku günah keçileri aratıyor; bu da azınlıklar ve göçmenler… Örneğin 2015 yılında, bir milyon göçmeni alan Şansölye Merkel kan kaybetti.

ABD’de de sağlık sektöründe ciddi sorunlar var. Sağlığın bireyin hakkı değil de ayrıcalığı olarak görüldüğü ciddi bir sağlık kapitalizmi geliştirmişler. Bu konuda ne diyorsunuz?

Amerika’nın 330 milyon nüfusü var; bunun yüzde 10 kadarının hiçbir güvencesi yok, bu adamların sigorta satın alabilecek paraları yok. Koronada, şevkatli bazı kuruluş ve vakıflar var, onlar bazen yardım ediyor ancak bu devletin görevi. Amerika’nın sosyal devlet düzeni Avrupa’nın bir hayli gerisinde. Aynı zamanda bizim de gerimizde. Bu global salgına Amerika bu şartlarda yakalandı. Avrupa’da ulusal sağlık sistemi gayet iyi, donanımlı ama 2008-9 krizinden beri kemer sıkma politikası izliyorlar. Piyasa mantığındalar; hastaların iyileştirilmesi üzerine bina edilmiş bir ekonomik planlamaları var ama önleyici halk sağlığı hizmetleri gerekiyor ama buna yatırımı ancak kamu yararı güden devlet kuruluşları yapabilir, devlet hastaneleri gibi…

Sağlık kapitalizmi hep daha fazla hasta istiyor. Hastalığa, tetkike, hasta insanların harcamalarına… Paraya doymayan açgözlü bir canavar adeta.

ABD’de bunun ağır bedelini bu imkânlardan yararlanma olasılığı olmayanlar ödüyor, yani en düşük gelirli olan Afrika kökenliler, Hispanikler, Asya kökenliler, Amerikan yerlileri ki bunların sayısı çok az. Uzun zamandır tartışılan depresyon ve depresyona bağlı opioid salgını ve uyuşturucu salgını var. Bu bağışıklığı düşürüyor. Aynı zamanda geliri düşük insanlar kötü besleniyor; inanılmaz boyutlarda obezite var, bu insanlarda yüksek tansiyon, kolesterol rahatsızlıkları, diyabet de var. Dolayısıyla çok daha ağır geçiriyorlar ve ölü sayısı da artıyor. Hijyenik olmayan koşullarda yaşıyorlar, bunun ağır bedelini ödüyorlar. Sosyal sürtüşmeler, ayaklanmalar oluyor. Bu sorunların bir kısmı pandemiden, bir kısmı da alınmış bazı ekonomik kararlardan. Bu ekonomik modelin içine kamu hastanelerini, önleyici sağlık hizmetlerini sağlayan tıp personelini sokmanız çok zor. Başka hastanelerde çalışmayı tercih ediyorlar. Bu değişiklik hem çok büyük fonlar gerektiriyor, hem de insan yetiştirmek en zor iş, zaman yok. Ayrıca Trump, CDD’yi - ki Dünya Sağlık Örgütüne örnek olmuş - kurumunun yetkilerini, fonlarını ihtiyacımız yok diye azaltmış. En olmadık şekilde yakalandılar. Devletin asli görevi olan yaşam hakkı, yaşamının uzatılması gibi bir takım işlevleri geriye döndürmeleri şart. Sürü bağışıklığı diyerek “ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” dediler. Yaptıkları hesapta yüzde 4’ün öleceğini söylediler. 330 milyonun yüzde 4’ü 12-13 milyon insanın ölümü demek, katliam.
Dokunulmaz, her şeyi kontrol edebilir varlıklar zannediyorduk kendimizi. Ancak bir anda gözle görülmeyen bir şey, her şeyi tersine çevirdi. Devletin temel işlevlerindeki değişimi 1990’lardan beri uyguladığımız için böyle oldu.
Bu bugünün meselesi değil, daha önceden alınmış kararların birikmiş sonucu. Bu hastalığın teşhisini koyan genç doktor da öldürüldü, 34 yaşındaydı. Çin, onun susturulmasını bu hastalıkla uğraşmayı tercih etti. Otoriter rejimlerin temel siyasi refleksi. Bu maalesef otoriter olmayan rejimlerde de başladı, örneğin Trump bunu yapıyor. “Bütün sorumluluk benim, bir konuda otorite benim” diyor. Böyle olduğunda, “Sen böyle yaptın” dediklerinde “Sorumluk bende değil” diyor, “Otorite kimse sorumlu da odur.” Böyle saçma bir şey olur mu, akla mantığa aykırı. Çin de hâlâ bu olayla boğuşuyor. Çin bu hastalığın aralıkta değil eylülde ortaya çıktığını, Wuhan’da değil güneyde ortaya çıkıp yayıldığını ortaya koydu. Büyük çelişkiler…

Sorun ekonominin kamu içerisindeki payının artırılmasının bu ne kadar süreceği. Sürekli mi olacak, yani bir karma ekonomiye mi dönülecek? Yoksa yine piyasa ekonomisi esaslarında devam edilen geçici, olarak üç-beş yıl rol oynayıp geri mi çekilecek? Oradan çıkmıştık yine oraya geri mi döneceğiz? Türkiye ne yapacak?
Bu şekilde yaparsak bazı şirketler zorlanacak. Devlet hangi alanlara girecek, hangi alanlarda rolü daha önemli? Mesela tıp alanında daha fazla eğitim programı, daha fazla sayıda kadro mu açılacak? İyi planlamalar yapılmalı.

Üniversitede derslerimizi on-line yapıyoruz. Bu konudaki düşünceleriniz neler?
Bu geçisin sorunsuz ve kaliteli olduğundan henüz emin değilim. Ev koşulları iyi koşullar değil; kapı, telefon çalıyor, elektrik, internetle bağlantıyı sağlayan modem’de, bilgisayarda sorun çıkabilir, teknolojiler mükemmel çalışan teknolojileri değil. Bir hocadan esinlenmek çok daha öğretici. El alarak, ustalık öğrenerek eğitim şart. Teknolojinin harikalarını kullanarak yöntem değiştirdik diye yazıyorlar. Ben bunun yararlarını tam olarak görebilmiş değilim, hesaplamadık. Acele etmememiz gerekiyor. 

Herşeyin gözlemlendiği, kayıt altına alındığı bir dünyaya doğru mu gidiyoruz. Bu beni çok ürkütüyor.

Bu hastalık için iyi ama hastalık ortamından çıktığınız andan itibaren Orwell’in ünlü ‘1984’ romanındaki gibi büyük biraderiniz sizi devamlı izliyor. Mahrem hayatı ve onun etrafında gelişen insan ilişkileri ve Hegel’in sivil toplumuna tamamen hakim olur. Bu totaliter toplumda özgürlüklerden sözetmek hayal olur. Bu durum kalıcı olursa kabul edilemez. Kendi hayatımızın, mahremiyetimizin bizim için son derece değerli olması gerekiyor; bu devleti bırakılabilecek bir alan değildir. Meclislerin, siyasi partilerin çok dik durması lazım, iyi düşünmeleri gerekiyor o zaman demokratik bir ortama tekrar geri dönme şansınız yok. Burada tabi aynı zamanda devletin işlevlerindeki denge tartışmaları söz konusu olacak. Güvenlik denince asker, terör filan anlaşılıyor ama bireyin yaşamını tehdit eden her şey - salgın da - güvenlik meselesi.
Türkiye’de ve dünyada göçmenlerin durumları ne olacak? Haberlerde artık hiç göremiyoruz, adeta unuttuk…

ABD göçmen alımını durdurdu. Aynı sorunlar Avrupa’da ve Türkiye’de de yaşanacak. Durumlar biraz sakinleşsin, göçmenlerin koşullarıyla, özellikle dara düşmüş insanların kendi koşullarını karşılaştırmaları ve bunun sonucunda varacakları pek de iç açıcı olmayan sonuçlar gündeme gelecek. Göçmen konusu, Avrupa’da göçmen karşıtı siyasi hareket ve partilere sebep oldu. Bizdeki parti sisteminde de böyle bir değişikliği muhtemelen ortaya çıkabilecek bir potansiyel gösteriyor. Bu kitleyi bir günah keçisi olarak gören, başımıza gelenlerden onları sorumlu tutan bir siyasi bakış açısı geliştirmek çok zor değil. Böyle bir gelişmeyi de beklemek lazım.

Küreselleşme biter mi?

Küreselleşme bitmez! Bugünkü teknolojiyle, dünyadaki ticari hareketlilikle, küreselleşme büyük keşifler çağı olarak bilinen 15. - 16. yüzyıldan itibaren başlamış, Endüstri Devrimi ile birlikte hızlanarak devam etmiştir. Ama bir şekilde devletin geri gelmesi -ki bu laf siyaset biliminde uzun zamandır konuşuluyor- 1960’lardan beri tartışılıyor… Devlet zannettiğiniz kadar önemsiz bir siyasal aktör değildir, devletin sınırları geri gelebilir. Ancak sınırlarınızı kapattığınız ve kendi kendinize yetme sürecine girdiğiniz dönemlere ise otarşi diyoruz. O zaman dünyadaki en ucuz ve en kaliteli malı satın alamıyorsunuz, kendi içinizde ürettiğiniz muhtemelen daha pahalı ve kalitesiz malı kabul ediyorsunuz demektir. Bu bir refah düşüşüdür. Örneğin dünyadaki küreselleşmenin getirdiği bir sonuç telefonlar, tabletler… Bu yenilikler nasıl ortaya çıktı? Kendimiz üretmedik ama üreten ülkelerden tüm dünyaya yayıldı. Bunlar olmazsa karaborsalar, kayıtdışı ekonomi başlayabilir.

AB küreselleşmenin bir prototipi. Şimdilerde, AB ülkelerinin birbirlerini desteklemedikleri, birliğin bitişini göreceğiz nidaları var. Ancak burada yazarlarımızın tarih birikimsizliklerine de sitem etmeden geçemem. AB biter mi hepsinin ötesinde?

Bitmez çünkü bitmemeli. AB’nin kuruluş nedeni yaşadığı acılar. Avrupa 19. yüzyıldan beri üç savaş yaşadı; 1870’te Alman-Fransız Savaşı, 1914’te I. Dünya Savaşı ve 1939’da II. Dünya Savaşlarının merkezi o coğrafyadır. AB’ye giden Ortak Pazar projesinin kuruluşundaki temel motif, bir dördüncü savaşa fırsat vermeyecek bir biçimde, Avrupa devletleri arasındaki ilişkileri güvensizlik ve güç dengesinden, güven ve ortaklaşa çalışmaya dönüştürelim mantığıdır. Oysa satarken bunu iktisadi refah, yeniden organizasyon, demokrasi diye pazarlıyorlar. Ama proje demokratik değil, kuruluş amacı da değil; elitlerin bir araya gelip özellikle diplomatların -Jean Monnet gibi diplomatların- başını çektiği, ulusçuluğu azaltan, ulusal sınırlar üzerine yürütülen ilişkilerin geri plana atıldığı, ESCS gibi, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu gibi, enerji paylaşması üzerine koordinasyonla, bir arada yaşamak ve dayanışma üzerine kuruludur. Projeden çıkıp Urban gibilerin Avrupa’sına dönerseniz yine 19. yüzyılın kuvvetler dengesi ve ulusçuluk politikalarına dönersiniz. Bir sonraki adım, “Benim Macarlarım Romanya’da ne arıyor? O toprakları bana versene”; Sırbistan topraklarını Macaristan’a geri versin demektir. Avrupa Birliğinin bozulmasının alternatifi barışın kaybı ve üçüncü dünya savaşına gitmektir. Böyle düşünenlere diyorum ki nükleer saldırıya dayanacak siper kazmaya başlayın. Bundan Türkiye’nin ne yararı olabilir, hiç anlamıyorum. Oradaki mesele sadece bu değil. Devam etmesi gerekir. İyi, entegre bir piyasa var, onun sürmesi gerekir. Buraya ihracat yapıyoruz. Daraldı tabi ama devam etmesi çok önemlidir. 

AB, bambaşka bir yönetişime geçebilir mi? Yani Brüksel’in gücü ve rolü artabilir mi? Tek bir Avrupa Devleti hayal mi?

Avrupa Parlementosunun yetkilerini güçlendirmek, parlementer bir demokrasi olarak Avrupa’yı yönetmeye başlamak, onların tercihi. O zaman Brüksel’den, Strazburg’dan Avrupa’yı yöneteceklerdir. Avrupa’nın başkanı olan kişi komisyon başkanı, başbakan gibi olacaktır. Aynı zamanda Avrupa Konseyi Başkanı, cumhurbaşkanı gibi olmayacaktır. O yetkilere sahip olacak, halka doğrudan hesap verecektir. Dünyanın en büyük demokrasi, 1,3 milyara yaklaşan nüfusuyla Hindistan, ikincisi 500 milyonla Avrupa, üçüncüsü de 330 milyonla ABD olacak. Avrupa Birliği tek bir devlet olarak yetkilerinin bir kısmını Brüksel’e devretmek mecburiyetinde kalacak, ortak bir dış politika, tek bir mali politika izleyecek. Maliye Bakanı ve aynı zamanda Avrupa Merkez Bankasının yetki ve gücü çok daha artırılacak. İstiyorlarsa yapabilirler tabi. Demokratik olabilir ama öbür türlü demokratik olmayacak çünkü beğenmedikleri işlerde siyasetçiler “Avrupa Birliği bize bunu yaptı” diye günah keçisi olarak kullanıp sorumluluktan kurtulmaya çalışarak onun üzerinden halka bir mesaj verebilirler. Bir süre sonra halk buna inanıyor -doğru olsa da olmasa da- bu şartlar altında. “Bunu zaten biz seçmedik, kontrol edemediğimiz, gizemli müthiş güçleri olan birileri var ve karar veriyor; benim sütü ne kadara içeceğime, ekmeği kaç liraya yiyeceğime o karar veriyor” diye düşünmeye başlayabilir. Avrupa Birliğinde bu standart oyun haline geldi, hoşlanılmayan şeyleri Brüksel diye sunuyorsunuz, başarısızlıkları oraya tahvil ediyorsunuz, siz sorumluluktan kurtuluyorsunuz, seçimi tekrar kazanıyorsunuz. Bu arada Brüksel’in konumunda büyük bir aşınma meydana geliyor. Bir müddet sonra Avrupa Birliğinin kendisinde sanki böyle bir aşınma varmış gibi bir mantık ortaya çıkarıyor. Elitler düzeyinde bu söz konusu değil ayrılma sürecine girmiş İngiltere var. Onu izleyerek görecekler, nereye kadar, nasıl gidiyor, nasıl olacak bu ayrılma, neye yarıyor… İngiltere bir örnek teşkil edecek. Bu ayrılma havalarının, bir miktar da yapılan görüşmelerde, pazarlıklarda el güçlendirmek için yapıldığı kanısındayım. Yani “Bak ben giderim ha, bana ya bunu verirsin ya da ben giderim!”
İngiltere son derece karışık. Başbakanları ve Sağlık Bakanları bile koronaya yakalandı. Balık baştan kokar dedirtti adeta… 
İngiltere’nin durumu giderek kötüleşiyor, ayrılmaya olan bu teveccüh yavaş yavaş azalacak gibi görüyor.  

Dünyanın batısı bir dram içinde yaşıyor, doğusu yani virüsün doğduğu topraklar ise konularını çözmüş gibi görünüyor ya da öyle bir algı üretilmeye çalışılıyor. Ancak tabi bu dünyanın batısı ve doğusu meselesi çelişkili, nereden baktığınıza bağlı bir durum. Düşünceleriniz nelerdir?

Çin’de ne olduğunu bilmiyoruz, kapalı kutu. O veriler ne kadar güvenilir? Trump özellikle vurguluyor, “Bunlarda Amerika’yı solda sıfır bırakacak rakamlar var, yayınlamıyorlar” diye… Otoriter rejimler doğru istatistik vermiyor. Burada şeffaflık, gerçek önemli değil; bu gerçeğin iktidardakilerin veya Komünist Partisinin kabul ettiği şekilde olması gerekiyor. Bir manipülasyon söz konusu çünkü ABD bastırınca birden 3000 yeni sayı çıktı, “yanlış kodlamışız” diye. 
Başta Güney Kore başarılı oldu. Çin’de başlar başlamaz hemen yapmaya başladılar, çok sayıda testle yakaladıkları vakaları izlemeye aldılar, izole ettiler, temas ettikleri kişileri izlediler etkili şekilde. Ancak mesela hastalığın teşhisini koyan 34 yaşındaki doktor öldürüldü. Onun susturulmasını hastalıkla uğraşmaya tercih etti Çin. Otoriter rejimlerin siyasal refleksi… Muhtemelen Güney Kore, kuzeyden bir harp felaketiyle karşılaşırız diye savunma anlamında sağlık örgütlenmesi yapmış. Bunun yazılı bir kaynağını görmedim ama spekülasyon yapmak gerekirse hazırlıklıydılar. Hemen hemen yüzde yüzüne yakalayıp testlerini yapıp, tedaviye aldılar. Japonya başarılıymış gibi gözüküyordu tutmadı, ikinci bir dalga gözüküyor. Singapur aynı şekilde başarılıydı, orada da olmadı. Çünkü “hallettik” diye erken işi bıraktılar. Erken bırakırsanız ikinci bir dalga gelip vuruyor. Tayvan başarılı.