Osmanlı Devleti 18. yüzyılın sonlarında Fransız İhtilali’nin sebep olacağı radikal değişikliklerin hemen öncesinde üç kıtada geniş topraklardan oluşuyordu. Ancak bu toprakların artık büyük bir bölümünde merkezi otoritenin etkisi zayıflamıştı, Kuzey Afrika ve Arap Yarımadası gibi bazı bölgelerde ise neredeyse tümüyle kaybolmuştu.
Merve Çakır Gök
20. yüzyıla adeta bir bitişe itilircesine giren Osmanlı Devleti, özellikle 1908 - 1913 yılları arasında çok ciddi iç ve dış sorunlarla yüzleşmek zorunda kalmıştı. Fransız İhtilali sonrası etki alanı gittikçe genişleyen ideolojik dalgalara ve kısmen bunun bir neticesi olarak 1821’de Yunanların bağımsızlık başkaldırıları ile öne çıkan ayrılıklara direnmek, çok dinli ve çok etnik kökenli Osmanlı Devleti için pek mümkün görünmüyordu. 1908 yılında gerçekleşen seküler ve modernleşme yanlısı Jön Türk Devrimi ve Türk Aydınlanmasının siyasette etkisini göstermesi de mevcut erkin kendisini bir darboğaz içerisinde bulmasına sebep olmuştu.
I. Dünya Savaşı öncesi radikal dinci kesimlerin ayaklanmaları da bölgedeki bölünmüşlüğün bir sebebi olarak kendini gösteriyordu. Bu ayaklanmalar aslında 19. yüzyılın başlarına, Osmanlı’da yenileşme hareketlerine dayanıyordu. İmparatorluğun daha radikal bir İslam anlayışına sahip unsurları, modernleşme hareketlerini ‘dinsizleşme’ olarak yorumluyordu. Mekke Şerifi Hüseyin, isyan hareketlerini haklı gösterebilmek için Türk Aydınlanmasının öncüleri olan Garpçıların çıkardığı İctihad dergisinin, İslam karşıtı tutumları olduğunu öne sürmüş 1916 yılının haziran ayında Arap Müslümanları ‘kafir’ Osmanlı Hükumetine karşı ayaklanmaya davet ederken de şu cümleleri kullanmıştı: “İttihatçılar, Allah’ın kitabını inkâr ettiler. Erkeğin kadından iki katı fazla pay alması gibi konularda onu kadınla eşit tutarak, Kur’an’ın miras hukukuyla ilgili hükümlerini bozmaya cüret ettiler. Kabine sistemiyle Sultan’ın erkini zayıflattılar ve bunun gibi şeylerle halifelik sisteminin altını oydular.”[1]Tüm bu sözler ve topladığı destekle Şerif Hüseyin, İngiltere’nin ‘Bağımsız Arap Devleti’ vaadine erişebileceğine ve kuracağı bu yeni İslam Devleti’nin halifesiolabileceğine inanıyordu.
Batı müziği ve operadan büyük keyif alan, hatta kimi opera eserlerini bizzat kendisi tercüme edip bir kısmını besteleyen, kız çocukların eğitime katılmasını teşvik edip, pek çok bilimsel alanda okullar açan, kadınların çarşaf giymesinin dinsel bir karşılığı olmadığına inandığı için çarşaf giyilmesini yasaklayan[2]Abdülhamid Han da radikal grupların nezdinde etkisini yitirmekte olan birhalifeidi. Diğer yandan 19. yüzyıl pozitivizminin etkisiyle oluşan bir geleneksel İslam karşıtlığı da mevcuttu. Bu karşıtlığın savunucularından Garpçılara göre, geleneksel din anlayışı modern uygarlığa ayak uydurmayı zorlaştıracağı için, din içinde bir takım reformlara gidilmeli ve evrensel geçerlikte bir ahlak sistemi tercih edilmeliydi. Özellikle 1908 sonrası etkinleşen Türk Aydınlanma hareketi, radikal çevrelerden gelen tepkilerin artmasına sebep olmuş ve tüm bunlar Abdülhamid’in, Siyasal İslam’ın fikir babası olarak kabul edilen Cemalettin Afgani ile ortaya koyduğu Panislamizm’in mayasının tutmasını da zorlaştırmıştı. Nitekim 23 Kasım 1914’e gelindiğinde halife Sultan Reşat’ın Cihad-ı Ekber/ Cihad-ı Mukaddes çağrısına rağmen Osmanlı Devleti savaşa katıldığı cephelerin, Çanakkale hariç, hiçbirinden galip dönemedi. En muhtaç olduğu zamanda istifade edemediği hilafeti Türkiye, bağımsızlığını ilan ettikten sonra kaldırmak istediğinde de İngilizlere yakınlığıyla bilinen Ağa Han ve Emir Ali buna engel olmak için başbakana mektup gönderip Türkiye’nin bu yoldan dönmesini ve hilafetin liderliğini devam ettirmesini talep etti. Oysa aynı Ağa Han, 1914’te Sultan Reşat’ın İslam halifesi sıfatıyla yayınladığı savaş fetvasını gayrimeşru bulduğunu ifade etmiş, bu cihat çağrısına ağır hakaretler içeren bir mektupla cevap vermiş, Hintli Müslümanlar arasında Osmanlı’ya destek için toplanan 800 bin ruble ve 1.400.000 askeri de İngilizler namına kullanmıştı[3].
Savaşın ardından, Ortadoğu ülkelerinin yalnızca özgürlüklerini değil birliklerini de kaybettikleri ve bağımsızlıklarını geri kazanabilmek için de çok uzun ve sancılı bir süreç geçirecekleri aşikârdı. Bununla birlikte Kurtuluş Savaşı ile işgale ve Harbi Umumi mağlubiyetine direnen, zaferi sonucunda da Osmanlı Devleti’nin bakiyesine reddi miras yapan Türkiye Cumhuriyeti idaresi, devletin eski topraklarında yaşayan uluslarla uzun yıllar süregelmiş kültürel ve dinsel geçmişine rağmen bölgeyi kendi kaderine terk etme yolunu tuttu ve yeni hükumet 3 Mart 1924’te halifelik makamını lağvettiğini açıkladı. Bu durum, belli çevrelerce döneminin siyasetine yön vermek maksadıyla, yeni yönetimin hızla sekülerleşen bir vizyona sahip olmasının sonucu olarak, sanki Atatürk yönetiminin işler vaziyette bir halifeliği, salt din karşıtlığı saikiyle bozduğu şeklinde lanse edildiyse de esasında, sosyo-politik önemi haiz bir mecburiyeti yerine getirmişti.
Nitekim Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye bağımsızlığını kazandıktan sonra sarf ettiği şu sözleriyle dine karşı bir duruşu olmadığını, sadece din bağıyla bir arada tutulması artık imkânsızlaşmış ulusların her birine kendi kaderini tayin hürriyeti tanımak arzu ettiğini ispat etmiş gibidir: “Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün şark milletlerinin uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu şüphesiz terakkiye ve refaha müteveccih vukuu bulacaktır. Müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve iş birliği çağı hâkim olacaktır.”[4]
Şüphesiz yeni kurulmuş Türkiye devleti sınırlarını aşan emperyalist yapıdan uzaklaştığı için, siyasi örgütlenmenin ve İslam çokulusluluğunun bir simgesi haline gelmiş Hilafet makamı, artık işlerliğini ve gerekliliğini yitirmişti.
Kitle milliyetçiliğinin ortaya çıkışı, yerleşik siyasal yaşamın yapısını parçaladı ve birçok ulus devlet işgal altında varlığını sürdürmeye çalışmak durumunda kaldı. Savaşın ardından kendilerini cetvelle çizilmişçesine suni sınırlar içerisinde bulan Ortadoğu halklarının, tüm bu farklılıkların oluşturduğu dağınık görüntü içerisinde kendi devletlerini yeniden kurabilmeleri çok kolay değildi. Ve yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Suriye milliyetçiliği veya Mısır milliyetçiliği ile örneklenebilecek bir ulus devlet milliyetçiliği ve Pan-Arabist milliyetçiliğin ideolojik sürtüşme ve gerilimini yüklenmek istemedi.
Sömürge döneminin Arapları Ortadoğu’da milli bir topluluk olmaktan ziyade, milletlerden oluşan bir topluluk biçimindeydi. Bağımsızlıklarıyla birlikte Fransız İhtilali’nin ezici etkilerine karşın düşük bir ihtimal de olsa -onları yeniden bir arada tutabilecek- halifelik makamını da kaybedip, tabiri caizse Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da oldular. Ortadoğu dünyası 1950’lerden itibaren bağımsızlıklarını bir bir kazanan modern devletler görünümü çizse de, günümüze kadar uzanan mezhep çekişmeleri, savaşlar ve birtakım terör örgütlerinin üzerinde beslenip güçlenmesine imkan sunan yapılarına bakıldığında, hilafetten arda kalan bu devletlerin, hala, Avrupa’da uzun yıllar süren din ve mezhep savaşlarının sonunda kazandığı modern ve laik Vestfalyan uluslararası sistem ile, henüz gerçekleştirilmesi mümkün görünmeyen Dâr’ul İslam tahayyülü arasında sıkışıp kaldığını söylemek mümkündür.
[1]S. McMeekin,The Ottoman Endgame, Londra, 2016, s. 295.
[2]T.C. Cumhurbaşkanlığı, Devlet Arşivleri Başkanlığı Osmanlı Arşivleri, İ.DH. /No: 1270 - 99887
[3]Seçil Karal Akgün, Halifeliğin Kaldırılması ve Laiklik, s. 167
[4]Seçil Karal Akgün, age, s. 166