Elie Wiesel: “Irkçılık bir yaşam biçimi seçeneği değildir!”

Son günlerde Amerika’da yaşananlara kalbim o kadar kırıldı ki. İnanasım gelmiyor. Sanki dünya hiçbir yerden geçmemiş gibi yine ırkçılık, yine şiddet!

Renan KOEN Perspektif
10 Haziran 2020 Çarşamba

Öteki gibi görmek ne büyük bir cesaret ve acı. Öteki gibi görüp şiddet göstermeye ise söyleyecek şey bulamıyorum. İnsanlar ötekileştirdikçe, ötekileştirildiklerini ne zaman farkına varacak? İnsanın en başta kendisini bölen, iç dünyasında derin yarıklar açan bu nefret, bu yok etme isteği ne zaman bilge bir bilince dönüşecek? 

2016’da aramızdan ayrılan, yazar, öğretmen, politik aktivist, Holokost kurtulanı Elie Wiesel’in,  Kanada'da üniversite öğrencilerine yaptığı bir konuşmasında, “Irkçılık korkunç, ırkçılık aptalca, ırkçılık bir yaşam seçimi değildir!” diyordu. Bu çok etkili konuşmasında öğrencilerin ve öğretmenlerinin ne kadar etkilendiği yüz ifadelerinden belli. Çünkü maalesef günümüz dünyasında da dinleyen her birey kendisinden bir şey buldu bu sözlerde. Ne kadar acı! Halbuki Holokost gibi bir yangın tüm dünyaya örnek olmalı; ırk, din, dil, millet ayırt etmeksizin yeni bir anlayışa geçmeli, yeni iletişim modelleri herkese öğretilmeli, empati yapmanın yolları yaygın bir şekilde aranmalıydı. Gayet tabii bu uğurda çalışan onca insan ve kuruluş var ama maalesef zulmetmek, yok etmek isteği, kendini ve başkasını ayırmak hâlâ o kadar baskın ki, hâlâ o kadar geçerli ki bu çalışmalar henüz dünyayı etkisi altına alamadı.

Wiesel’in gençlerin bu dünyayı değiştireceği inancı ile yaptığı “Umut, şefkat ve güç” konuşmasını  https://www.youtube.com/watch?v=keLT6bp7wok link’inden dinleyebilirsiniz.

***

Geçtiğimiz ocak ayında Johannesburg Holocaust & Genocide Center’da, 13-14 yaşlarında, 80 siyahi öğrenci ile yaptığım Holokost eğitimini sık sık düşünüyorum bu son günlerde. Her eğitimde öğrencilerde gördüğüm duyarlılık, hassasiyet zaten hiç aklımdan çıkmaz. Her gün mutlaka biri aklıma gelir, beni gülümsetir, içim umut dolar. Ve onlar için daha neler yapabileceğimi düşünmeme vesile olur. Eğitimin paylaşım kısmının sonunda mutlaka bir soru sorarım öğrencilere. Johannesburg Holocaust & Genocide Center’da sorduğum soru ise şuydu: “Diyelim ki şimdi dünyanın başına geçtiniz ve dünyayı siz yöneteceksiniz. Ne yapardınız?” Aldığım cevaplar ise oradaki bütün yetişkinler gibi benim de gözlerimi doldurdu, saatlerce beni sarstı. Bir öğrenci, “Anlayışlı olmayı dünyaya getirir ve yayardım”, diğeri, “Nezaket, yumuşaklık ve hassasiyeti” dünyaya getirir ve yayardım, bir diğer ise “Herkes için eğitimi mümkün kılardım” dedi. Bu çocukların söyledikleri öyle ezberden söylenilmiş, öğrenilmiş şeyler olmadığı için hepimizi derinden sarstı. Çünkü her birinin ailelerinde ırkçılığa maruz kalmış ve acı çekmiş bireyler var. Üstelik oturdukları topraklara sonrada gelmiş insanlar tarafından maruz bırakılmışlar. Hani bizde bir söz vardır, “Dağdan gelip bağdakini kovmak”, işte aynen de bu. 

 

***

March of the Music öğrenci hareketimle Terezin’e götürdüğüm öğrencilerin ürünlerinden Besteci Elcil Gürel Göçtü’nün eserinin yazısını, geçen yazımda paylaşırken Öykü Üçgüler’den de bahsetmiştim. Öykü henüz 18 yaşında. Kendisini, Alman Lisesinde gerçekleştirdiğim eğitimde tanıma fırsatı buldum. Daha sonra, Terezin gezisine katılmak istediğini müzik öğretmeni bana aktardı. Çok duyarlı, çok hassas, çok derin Öykü. Bir yandan da bütün bunları içindeki o özgün gücü ile yaşıyor. Öğrenciler Terezin’i deneyimlerken, ben de onları seyrederim. Kolay değil oralarda olup, bu tarihle yerinde yüzleşmek. Hem tepkilerini merak ederim ama hem de duygusal olarak bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını sık sık kendimce kontrol ederim. İşte Öykü’nün, gerek Terezin’i dolaşırken, gerek Terezin’de bestelenen müziklerin icra edildiği konserlerde gerekse de survivor Doris ile yaptığımız görüşme ve ölüm haberini aldığımız sonrasında ne kadar hassas olduğunu gördüm. Yaşananlara o kadar kalbi kırıldı ki. Aylarca, kendi yaşadığı deneyime ve tarihte yaşananlara çok dürüst, duru bir şekilde sessizce yaklaştı. İçinde bu deneyimin dönüşmesine izin verdi. Dönüşümünü kendi ışıklı gücü ile birleştirdi ve ürününü yazısı ile verdi. Bize nefes aldırtmayan şiddetli ırkçılığa Öykü gibiler son verecek. Yarının büyükleri onlar. Yolları açık olsun diye her gün dua ediyorum. Biz buradan gitsek de onların bu dünyada barışa, anlayışa, nezakete, eşit şartlara, ötekileştirmeyip bilakis görmeye, duymaya, kendi duygularının kendine ait olduğunu bilmeye ve bunları iyileştirme yolunda ilerlemeye dair katacak şeyleri hazır. Sanki zaten bu bilinçle doğmuşlar. Bir gün bu dünyada artık olmayacağımızı bile bile insanlık için, canlılar için çalışmak başlıca görevimiz. Tüketen değil iyi şeyler üreten bir duruma bir an önce geçmemiz dileğiyle, Öykü’nün beni çok etkileyen bu yazısını kendisinin izniyle sizlerle paylaşmaktan çok büyük mutluluk duyuyorum. İyi ki varsın Öykü’cüğüm.

 

Öykü Üçgüler, Terezin Küçük Hisar Hapishanesinde (Ağustos 2019)

 

 

March of the Music 2019 Öğrenci Deneyimleri

“SESSİZLİĞİN İÇİNDEKİ UMUT”  Öykü Üçgüler, yaş 18, Alman Lisesi Son Sınıf Öğrencisi

20 Mayıs 2020

Aynı eseri birçok farklı insana dinlettiğimizi varsayalım. Hepsi için parçaların onlara hissettirdikleri, çıkardıkları anlam farklı olur değil mi? Ama Terezin’de yapılan besteler için bunu söylemek o kadar da kolay değil. Müzik, Terezin’de insanların hayata tutunma biçimiydi, içlerindeki duyguları dışarı aktarmalarını sağlıyordu. Orada çok zor şartlar altında yaşamlarına devam eden insanları bir araya getiriyordu, o yüzden müzik birliktelikti.

Her yıl Terezin’de ağustos ayının sonlarında bir festival düzenleniyor. Holokost nedeniyle öldürülen insanlar, çocuklar, besteciler anılıyor. Ben de 2019 yılındaki festivale sayın piyanist, soprano, besteci ve müzikterapist Renan Koen’den okulum Alman Lisesinde aldığım ‘Holokost Gerçekliği ile Pozitif Direnç’ eğitimi sonrasında ‘March of the Music’ öğrenci hareketi vesilesiyle katılma şansını yakaladım. Bu festival sırasında da dünyanın farklı yerlerinden birçok sanatçı bir araya gelip Terezin bestecilerinin eserlerini sahneledikleri konserler vererek onların sesi oluyorlar bir bakıma. Bu etkinlik, II. Dünya Savaşı’nda hayatını kaybedenleri anmanın yanı sıra Holokost’u unutturmamayı ve bu konudaki bilinci arttırmayı amaçlıyor. Amacına ulaştığını da kolayca ve içtenlikle söyleyebilirim, çünkü bir kez gidip oradaki atmosferin içinde bulunmak bile insanın hayatı boyunca unutamayacağı bir deneyim ve farkındalık oluyor. Üzerinden aylar geçmiş olmasına rağmen Terezin’de yaşadıklarım ve hissettiklerimi yazıya dökmek ise benim için hâlâ hiç kolay değil.

Festivale katılmadan önce de II. Dünya Savaşı ve Holokost hakkında son derece bilgi sahibi olduğumu sanırdım, ancak yanıldığımı Terezin’e attığım ilk adımda anladım. Terezin öyle bir şehir ki hâlâ, neredeyse kimsenin yaşamadığı, tüyler ürpertici derecede sessiz sokaklara sahip. Sokakların o sessizliğinde duyduğunuz tek şey ise konser binasından gelen müzik sesi oluyor genellikle. Bu herhangi bir parçanın sesi de değil, o binalardan birinde, savaş sırasında bestelenmiş olan bir eserin sesi dolduruyor kulağınızı. Sadece dahilikle bir araya getirilmiş notalar duymuyorsunuz, çünkü o notaların içinde çaresizliğin çığlıkları, çekilen acının öfkesi ve her gün yaşanan ölüm korkusunun sesi var. O sessiz sokakları sadece bu ses dolduruyor ve siz o sokaklarda yürürken nedenini ilk başlarda anlayamadığınız bir acıyla yürüyorsunuz. Terezin bestelerinin ardında yatan duyguları hissetmek için herhangi bir eseri açıp dinlemek yeterli. Eminim ki herkes o öfke, korku ve çaresizliğin içindeki umudu duyacaktır o notalarda. İşte Terezin’deki yaşam koşullarının eserlere olan yansıması bu: Savaşın üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen bu konuda en ufak bir fikri olmayan bir kimseye dahi bu duyguları yaşatabiliyor, orada yaşayan insanların hangi koşullarda yaşadığını hayal edemiyor olsak bile en azından duygularını ve düşüncelerini bize bir nebze de anlatabiliyor olması.

Anlatmaya çalıştığım duyguların çok benzerlerini Terezin Toplama Kampında da yaşadım. Onlarca insanın beraber yaşamaya zorlandıkları küçücük alanları görmenin yanı sıra beni en çok etkileyen iki unsur, mahkûmların hiçbir sebep dahi yokken önünde kurşuna dizildikleri duvarı ve onun hemen arkasında bulunan, Nazi askerlerinin ‘rahatlamak’ ve ‘eğlenmek’ için kullandıkları havuzu görmek oldu. O an gerçekten ne tepki vereceğimi bilemedim, duygusal olarak o kadar yoğundu ki gördüklerimiz, bunları sindirebilmem ve hakkında yazı yazmayı aklımdan geçirmem bile aylarımı aldı diyebilirim. Hâlâ duygularımı yazıya aktarmakta çok güçlük çekiyorum. Sanırım insanın hayatında kendi gözleriyle görmeden ve deneyimlemeden bazı şeyleri tam olarak anlaması veya anlatması mümkün olmuyor. II. Dünya Savaşı üzerine bir kitap okuyormuşum veya belgesel izliyormuşum gibi de değildi, çok daha gerçekti ve karşımdaydı her şey. Bir müddet sonra sergilenen eşyalara daha fazla bakamadığımı fark edip bir an önce dışarı çıkmak istedim ve açık konuşmak gerekirse gördüklerimi bir türlü anlamlandıramadığım ve kabullenemediğim için gezinin bitişini iple çekmeye başladım. Benim daha görmeye bile katlanamadığım şeylerin insanlara gerçekten yaşattırılmış olması insanoğluna karşı içimde inanılmaz bir öfke ve aynı zamanda da derin bir utanç duygusu oluşmasına sebep oldu.

Bu festival sırasında tarihi bir karşılaşmanın da içinde bulunmuş olduk bilmeden. 1942-1945 yılları arasında Terezin Kampında yaşamış ve savaş sonrasında buradan kurtulup kendine yeni bir hayat kurmuş olan Doris Grozdanovičová ile tanıştım. Kendisi ile tanıştığımızda 93 yaşındaydı, son derece hayata bağlıydı, ama daha da önemlisi çok mutlu ve güçlüydü. Kendisiyle Terezin’de sohbet etme şansımız oldu ve hayat hakkındaki bakış açımı değiştirmemi sağladı. Tanıştığımız günün akşamı Doris Teyze Prag’a dönerken hayatını kaybetti, geriye ise harika bir miras bıraktı. Bana öğrettiği birçok şeyin yanı sıra Terezin müziği ve bestecileri hakkında da konuşmuştuk. O dönemde kampta gizlice çalınan ve bestelenen müziğin kendisi ve birçok esiri hayata bağladığını söylemişti. Müzik umuttu onlar için, “Bu durumu kabul etmiyoruz, birbirimize yardım ederek buradan kurtulup hayatımıza devam edeceğiz” demenin yoluydu. Doris Teyze o günleri hiçbir zaman unutamadı belki, ama kaçmadı da anılarından, kimse unutmasın diye yüzlerce gençle tanıştı, onlara korkusuzca hayat hikayesini ve müziğin hayatını nasıl kurtardığını anlattı. Sana ne kadar teşekkür etsek az Doris Teyze, nurlar içinde uyu.

Terezin de aralarında olmak üzere birçok şehirde hâlâ izleri yok olmamış bu katliam, tarihte kara bir leke ve insanoğlu için bir utanç kaynağı olmanın yanı sıra asla unutulmaması gereken bir olay aynı zamanda. Bu konuda bilinçlenmeyi ve bilinçlendirmeyi en başta umutları ellerinden alınmış, ümitsizce büyümüş hatta büyüyememiş çocuklara ve çaresizce hayata tutunma çabaları sonrasında gaddarca canlarına kıyılan milyonlarca insana borçluyuz. Çünkü ‘bir daha asla’nın gerçekten bir daha asla olmaması bizim elimizde.