Shakespeare’in 425 yıllık rüyası

Nicholas Hytner ve ‘A Midsummer Night’s Dream’

Erdoğan MİTRANİ Sanat
8 Temmuz 2020 Çarşamba

William Shakespeare’in yazılışının ve ilk sahnelenişinin 1594 ya da 1595’te gerçekleştiği sanılan erken dönem romantik komedisi ‘A Midsummer Night's Dream’, o gün bugündür hem klasik hem modern tiyatroların repertuarında yerini korumuş olağanüstü bir güldürüdür. 

Pandemi sayesinde bir çevrimiçi tiyatro festivaline dönüşen bu günlerin en keyifli ve en beklenmedik sürprizlerinden biri, bizde çoklukla ‘Bir Yaz Gecesi Rüyası’ bazen de ‘Bir Yazdönümü Gecesi Rüyası’ adıyla sayısız kez sahnelenmiş bu ünlü oyunun 2019’da 

Nicholas Hytner tarafından sahnelenen yorumunu keşfetmek oldu.

 

1956’da Manchester’de, varlıklı ve kültürlü bir Yahudi ailesinin dört çocuğunun en büyüğü olarak doğan Sir Nicholas Robert Hytner ünlü bir tiyatro-sinema yönetmeni ve yapımcı. Sahne eserleri yönetmeye önce operayla başlamış, daha sonra müzikallere geçerek 1989’da Londra’da on yıl boyunca oynanan ‘Miss Saigon’ müzikalini ve aynı eserin 1991’den 2001’e 4000’den fazla kez sahnelendiği New York yapımını yönetmiş. Her iki prodüksiyonda ücretini getiri yüzdesi olarak aldığı için ömür boyu yetecek kadar para kazanmış ve 35 yaşında itibaren sadece arzu ettiği ve beğendiği operalarla oyunları yönetmiş. 2003 yılında İngiliz Ulusal Tiyatrosunun başına getirildikten sonra aralarında, oyunlara filme aldırarak sinemalarda izlenme olanağı tanıyan National Theatre Live da dahil, çok sayıda yeniliğe öncülük etmiş. Göreve başladığı gün bu önemli yerde yıllarca kalmak istemediğini belirten Hytner, 2015’te National Theatre yöneticiliğini bırakmış. Çok iyi eleştiriler aldığı opera yönetmenliğine devam eden, ilk filmi ‘The Madness of King George’ ile eleştirel ve ticari başarı kazanan, bu başarısını yönettiği diğer birkaç filmde de yenileyen Hytner, yine de kendini öncelikli olarak tiyatro yönetmeni olarak görüyor.

İsterseniz Hytner izlenimlerimizden önce Shakespeare’in metnini anımsayalım: 

Amazonlar’la girdiği savaşı kazanan Thezeus, esir aldığı Kraliçe Hippolyta ile evlenmeye hazırlanmaktadır. Babasının, sevdiği Lysander’le evlenmesine izin vermediği Hermia, Hermia’sına kavuşamayan Lysander, Hermia’ya duyduğu karşılıksız aşkla kıvranan Demetrius ve Demetrius için yanıp tutuşan Helena için katı ataerkil yasaların hüküm sürdüğü Atina yaşanmaz hale gelmiştir. Hermia ile Lysander, kentin dışında, doğaüstü varlıkların kol gezdiği tekinsiz koruya kaçarlar. Demetrius onların, Helena da Demetrius’un peşine düşer. Koruda, Periler Kralı Oberon, kendisine istediği Hindistanlı esir çocuğu vermemekte direnen Kraliçesi Titania’yı cezalandırmak için, ormanın cini Puck’a tılsımlı bir çiçeği buldurur ve getirdiği çiçeğin suyunu Titania’nın gözüne sıkar. Kraliçe uyandığında ilk gördüğü yaratığa âşık olacaktır. Arada Helena’nın Demetrius tarafından aşağılanmasına şahit olan Oberon, Puck’tan tılsımlı çiçeğin suyunu, Demetrius’un gözüne de sıkmasını ister. Şaşkın Puck, tılsımlı suyu yanlışlıkla Lysander’in gözüne sıkınca başlayan kargaşa, aynı koruda prova yapmaya gelen esnafların amatör tiyatro gurubunun da olaylara katılmasıyla bir kaosa dönüşür. Titania, oyunculardan Puck’ın eşeğe çevirdiği Bottom’a aşık olurken, uyandığında karşısında Helena’yı bulan Lysander Hermia’yı unutup ona vurulur ve Demetrius ile kavga etmeye başlar. Sonunda Thezeus olayları tatlıya bağlar ve çiftlerin sevdiklerine kavuştuğu çoklu düğünde esnaflar, düğün şerefine oyunlarını sahnelerler.

Hytner’ın A Midsummer’s Night’s Dream’i, öncelikle nefes kesici görselliğiyle izleyiciyi çarpan bir iş. Tek bir mekâna tıkış tıkış doldurulmuş seyircilerle oyun arasındaki mesafe tamamen yok edilmiş, oyun çoğu ayakta olan seyircilerle iç içe, ya aralarındaki birkaç platformda, ya da oyuncuların çoğu birer usta trapez sanatçısına dönüştüğünden tepelerinde, havada oynanıyor.

Ama bu etkileyici görsellikten de önemli olan Nicholas Hytner’ın öykü ve karakterlere getirdiği çağcıl yorum. Yazdıklarında insanları ve insani duyguları ele alan Shakespeare, sevgileriyle, nefretleriyle, güçleriyle, tutkularıyla, çelişkileriyle, zayıflıklarıyla insanların duyguları o günden bugüne hiç değişmediği için, her türlü güncelleştirmeye tabii ki elverişlidir. Ancak yaşadığı ve ait olduğu erkek egemen dönemin ve bireyi olarak kadına bakışı içinde yaşadığı toplumunkinden pek farklı değildir. Neredeyse tüm kahramanları erkektir; topu topu iki güçlü kadın karakter yaratmıştır. Üstelik kocasını teşvik edecek kadar kuvvetli görünen Lady Macbeth sonunda vicdan azabından çıldırır ve ölür, Kleopatra ise tüm gücüne karşın aynen oyunun adındaki gibi Antonius’un yanında ikincil kalır. Hytner’ın oyunun başında Hippolyta’yı cam bir kafese hapsedilmiş olarak getirmesi ve Hippolyta’nın Hermia’da kendisininkine benzer bir esaret görüp ona duygudaşlıkla bakması, farklı bir bakış açısını hazırlar gibidir.

Hemen, defalarca izlemiş olduğum bu oyunun yıllardır en çok beğendiğim sahnelemesini, Kemal Aydoğan’ın Moda Sahnesinde ‘En Kısa Gecenin Rüyası’ adıyla yönettiği yorumunu anımsadım. Shakespeare komedisinin tüm kurgusal unsurlarının ve evrensel mesajının korunarak güncel ve ‘bizden’ bir oyuna dönüştürülmesiyle, bir metnin yapısına ve ruhuna sadık kalınarak nasıl günümüze uyarlanabileceği konusunda bir tiyatro dersi oluşturan bu müthiş etkileyici çalışmanın ilk sahnesinde de, yenilgiyi zorlukla hazmetmiş, güçlü ama gururu incinmiş mutsuz bir Hippolyta ile karşılaşmıştım. Sarayda geçen ilk sahneyi erkek-egemen bakış açısının sert bir eleştirisine dönüştüren Aydoğan’ın eleştirel bakış açısı, oyunun tamamına dozunu arttırarak yayılmış, özellikle finalde doruk yaparak, esnafların sahnelediği oyun üzerinden ayırımcılığın, ötekileştirmenin, ırkçılığın keskin bir hicvine ulaşmıştı. 

“Aklın yolu birdir” diyerek, Hytner’ın oyunun maço yapısını nasıl kıracağını merakla beklemeye başladım. Çoklukla yapılageldiği gibi Nicholas Hytner’ın da, Theseus-Hyppolita ve Oberon-Titania ikililerini aynı oyunculara yorumlatarak bu çiftleri birbirinin ters aynası olarak ele alması doğaldı. Ama Hytner, bununla kalmayarak Oberon ile Titania’nın tüm repliklerine karşılıklı olarak yer değiştirtince hem bedenlerin, hem de düşlerle düşüncelerin şehvetinin söz konusu olduğu bu oyunun katı ve esnekliği olmayan bir cinselliği aşarak beklenmedik doruklara ulaşabilme olasılığı ortaya çıktı.

Oberon’un kendisinden esirgediği Hindistanlı esir çocuk için ona ders vermeyi üstlenen Titania, ormanda doğacak kargaşayı, tüm kadın sıcaklığıyla, gülüp eğlenerek, aşağıladığı değil, büyük sevecenlikle sempati gösterdiği Puck ile şakalaşarak yönetir. Puck da şapşal ve şaşkın bir hizmetkâr değil, eğlenmeyi ve eğlendirmeyi seven, çocuksu bir masumiyetle hata yapan ve yaptığı hataları düzeltmeye çalışan keyifli bir müttefike dönüşür.

Cinsel rollerin değişmesiyle, birinci perde finalinde görmeye alıştığımız Bottom’un anıra anıra Titania ile sevişme sahnesi tabii ki bu yorumda yer alamaz. Ancak onun yerine Oberon’un neredeyse cinaslı bir ifadeyle Bottom’un iri kulaklarına övgüsü belki ondan bile komiktir.

Kemal Aydoğan, En Kısa Gecenin Rüyası’nda dört genç aşığın nihayet birbirlerine kavuşmasını, klasik/modern dansa yakın bir dans tiyatrosu olarak özetlerken, büyülü çiçeğin şaşkınca kullanımı sonucunda ortaya çıkabilecek çok sayıda farklı olasılığı bu romantik anlatının içine hınzırca serpiştiriyordu.

Hytner de oyun boyunca hep havalarda uçan Puck’ın o çocuksu şakacılığıyla en olmadık zamanda çiçeğini şöyle bir dokundurmasıyla, birbirlerini paralamaya çalışan Demetrius ile Lysander’in kavgasının bir anını sevişmeye, Hermia ile Helena’nın tartışmasını yine kısacık bir an öpüşmeye çevirir. Bir erkek egemen maçoluğu kırmanın çok ötesinde, eril ya da dişil hiçbir karakterin tek renk olmadığını, her cinste diğer cinsten bir şeyler bulunduğunu hatırlatan bu tutum kimi bilinçaltı kalıntılarla, her şey tatlıya bağlanıp herkes saraya döndüğünde de sürdürülür. Herkes uyuyup uyanmış, yaşadıklarının tamamen birer rüya olduğuna inanmıştır ama yine de anımsanmayan anılar arasında o geceden kalan bir şeyler vardır. Hatta Thezeus ile Hippolyta’nın birbirine yakın durmalarında bilinçaltlarında biraz Oberon’un biraz da Titania’nın hâlâ var olması rol oynamaktadır.

Hytner’ın müziğiyle, şarkılarıyla benzersiz bir karnavala dönüştürdüğü bu şenliği müthiş bir kadronun takım oyunculuğu tamamlıyor. Hepsi çok iyiler ama ‘Game of Thrones’un Brienne of Tarth’ı olarak anımsadığımız Gwendoline Christie’nın (Hippolyta / Titania) ve Oliver Chris’in (Thezeus / Oberon) parlak oyunculukları kadar birbirine uyuşan kimyaları çok etkileyici. Hammed Animashaun müthiş bir Bottom olmuş. David Moorst’un tüm bedeniyle var ettiği Puck yorumuysa gerçekten olağanüstü. Trapez sanatçılığı oyunculuğunu bile aşıyor.

Müthiş keyifli ve müthiş etkileyici bir yorum. YouTube ya da internette ulaşılabiliyor. Kaçırmayın.