Postmodern belirsizliklerin hayatımızı kuşattığı ve otoriter liderlerin güçlendiği bir dönemden geçiyoruz. Artık hakikat sonrası (post truth) kavramı bile deneyimlemekte olduğumuz dünyayı açıklama konusunda yeterli görünmüyor.
Meriç Aytekin
Postmodern belirsizliklerin hayatımızı kuşattığı ve otoriter liderlerin güçlendiği bir dönemden geçiyoruz. Artık hakikat sonrası (post truth) kavramı bile deneyimlemekte olduğumuz dünyayı açıklama konusunda yeterli görünmüyor. Neredeyiz? Nereye gidiyoruz? Dünya’da neler oluyor? Ortak bir dünyamız var mı? Bu gibi sorular toplumun her kesiminden insanın aklında farklı biçimlerde dolanıp duruyor.
Hemen hemen hepimiz siyasi hakikat başta olmak üzere dini, felsefi veya bilimsel bir hakikatin kurucu gücünü özlüyoruz çünkü postmodern belirsizlik hepimizi korkutucu bir bilinmezlik içinde bırakıyor. Sanıyoruz ki tartışmasız ve sözüm ona açık seçik bir hakikat bize ‘güvenli’ bir dünya yaratacak. Oysa ister bilimsel ister siyasi olsun her güvenlik hissinin bedeli düşünsel ve toplumsal kapatılmadır.
Dinlerin yeni bir boyut kazanması veya daha çağdaş dinlerin ortaya çıkması bir yana bırakılırsa bir ideoloji olarak biyolojinin yükselişi de inkâr edilemez bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Daha 1980’lerde Amerikalı evrimsel biyolog ve genetikçi olan Richard Lewontin bir dizi kitap yayınlayarak biyolojinin daha rafine ve sözüm ona daha rasyonel bir zeminde nasıl yeniden bir ideoloji halini aldığını tartışmaya başlamıştı. İdeoloji Olarak Biyoloji (Biolology as Ideology), Genlerimizden İbaret Değiliz (Not in Our Genes) gibi kitaplarında Lewontin sık sık evrimin ve biyolojinin karmaşık doğasının deterministtik bir gen bilimine indirgenmesine şiddetle karşı çıkar. Lewontin’e göre evrimsel süreç ve insan karmaşık bir diyalektik ile anlaşılmalıdır. Yani tüm canlılık hatta birey olarak tek bir canlı bile genleri tarafından programlanmış bir robot olarak değil de sürekli etkileşim halinde olan bir birey olarak değerlendirilmelidir.
Niyetim bu yazıda biyoloji biliminin veya genetik biliminin ne olduğunu tartışmak değil. Ben bir biyolog veya genetikçi değilim dolayısıyla bu bilimlerin kendi iç dinamiklerine dair değil dışarıya dönük yani sosyal etkileri üzerine konuşacağım. Doğa bilimi yaptığını iddia eden bilim insanları genelde sosyal bilimcilerin kendi alanları hakkında konuşmasına dair nadiren tolerans gösterirler çünkü pozitif bilimcilerin ve doğa bilimcilerinin önemli bir kısmı sosyal bilimcilerin ‘katı hakikatler’ karşısında bir hayal dünyasında veya en azından söylemsel bir dünyada yaşadığını düşünür.
Oysa hiçbir bilim kendi içine sızmış olan ideolojilerden azade değildir. Susan McKinnon neo-liberal fikirlerin genetik bilimine nasıl sızdığını açıkladığı kitabında şunları söyler: “Tercihin pek de tercih olmadığı anlaşılıyorsa, birey de birey olmaktan çıkar. Çünkü evrim psikologlarının açıklamalarında geçerli olan tek bir asıl devindirici, tek bir mantık vardır (gen); bireyin motivasyonuna dair bir kurama ihtiyaç duymazlar” (2007, s.38) McKinnon’a göre evrim psikologlarının geni anlayış biçimleri baştan sona ideolojiktir ve çağın egemen görüşlerini yansıtır.
Son yıllarda bireylerin ve toplumların davranışlarının genlerden ve evrimsel birikimden ibaret olmadığını birçok biyolog ve evrim bilimci kabul ediyor olsa da günün sonunda kurucu bir devindirici aranacağı zaman gen ve biyolojik yapı hemen masanın altından çıkarılıyor. Ben bu edimin önemli bir kısmının hakikati fethetmek isteyen bir çeşit freudyen fantezinin bilime projekte edilmiş hali olduğunu düşünüyorum. Yani bilimsellik ve bilimsel hakikat adı altında bir grup insanın fantezilerini projekte ettikleri, ki bu çoğu zaman rasyonellik ve deneyselcilik adı altında yapılır; deneyimliyor olabiliriz!
Maalesef bu Francis Bacon’dan beri doğa bilimlerinin içine sızmış ve bilim insanlarının genel ruh halinin talihsiz bir kolektif brikimi olmuştur. Bacon doğayı bilimsel olarak fethetmeyi sık sık tecavüz metaforlarıyla anlatır. Keller’a göre doğayı inceleme deneyimi Rönesans simyacılarının yaptığı gibi işteş ve karşılıklı bir deneyim olarak kalsaydı; yani doğa aklın zor gücüyle fethedilen bir şey değil de iletişim kurulan ve dinlenen bir dinamik olarak algılansaydı bugünün bilim anlayışı da çok farklı olurdu. (Keller,2007).
Peki, tüm bunların biyolojinin ideoloji olarak yeniden yükselmesiyle ne ilgisi var? Açıktır ki belirsizlik ve kriz dönemleri insanların muhafazakâr eğilimlerini güçlendirir. Gittikçe karmaşıklaşan ve belirsizleşen bir dünyada toplumlar ellerinde ne kaldıysa, bu din veya bilimin bir biçimi olabilir, ona var güçleriyle sarılarak dünyalarını açıklayan ve anlamlandıran güvenli bir hakikat duvarı inşa etmek ister.
Biyologların ve genetikçilerin çoğunun sandığının aksine özellikle kriz dönemlerinde kitleler biyoloji bilimine oldukça sempatiyle yaklaşır. Elle tutulabilir ve somutluk hissi vermesi açısından bazı siyasi, psikolojik, sosyolojik ve hatta ekonomik meselelerinin kökeninde genlerimizin veya biyolojimizin yattığı fikri kitleler için oldukça makul bir fikirdir.
Postmodernite sonrası adım attığımız bütün zeminlerin hızlıca kaydığını ve eridiğini deneyimliyoruz. Bu noktada Biyoloji bilimi ideolojileştiği vakit bu karmakarışık sorunlar dünyamıza basit ve sindirmesi kolay ‘açıklamalar’ getiriyor.
Biyoloji bir ideoloji olarak geri döndü çünkü kitleler elle tutulabilir soyutlama gereği olmadan sindirebileceği dogmalarla bu postmodern krizin üstesinden gelmeye çalışıyor. Artık kadın kavramının yerini dişi kavramı hatta xx kromozomlu olmak gibi ifadeler alıyor. Erkek ve kadın arasındaki biyolojik farkları kurucu bir farklılık olarak gören ideolojiler yaygınlaşmaya başladı. Amerika’da siyahilere karşı işlenen ırkçı suçların da meşrulaştırılmasında yine bildik ırkçı söylemler yükseliyor. Doğrudan biyoloji diyebilmek görece zorlaştığı için beyaz ırkçılar biyoloji kavramı yerine kültürel farklılık kavramını kullanıyorlar ama prensipte bunun sadece bir isim değişikliği olduğu ve biyolojik temelli ırkçılığın yeni bir biçimi olduğu çok açık.
Biyoloji bir bilim olarak canlılığa dair bize belli bilgiler sunan bir bilimdir. Kuşkusuz biyolojimiz bize dair birçok gerçeği söylüyor ancak her şeyi veya en temel şeyleri değil. Ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel zaferler kazanamayan toplumlar ve gruplar biyoloji bilimini bir ideoloji olarak sahiplenmeye daha eğilimlidir. Fikrimce bu postmodern krizden çıkış yeni ve radikal bir bilim felsefesi yapabilmekten geçiyor aksi taktirde bazı bilimler bilimsellik adı altında bir ideoloji biçimini almaya devam edecek.
Referanslar
Keller, E. Fox. (2007) Toplumsal Cinsiyet ve Bilim, İstanbul: Metis Yayınları
McKinnon, Susan. (2010) Neo-Liberal Genetik Evrimsel Psikolojinin Mitleri ve Meselleri, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi