Yüz bine yakın Yahudi’yi kurtaran sessiz kahraman: İra Hirschmann

Perspektif
15 Temmuz 2020 Çarşamba

Aaron Nommaz

 

İra, Baltimore’a Riga’dan taşınmış göçmen bir ailenin oğludur.

Baba çok iyi bildiği konfeksiyon ile ilgili bir küçük dükkan açar. Ailecek konsantre bir çalışma ve titizlikle sermaye oluşturmak amacıyla tasarrufa yönelirler. Yıllar sonra bankerliğe soyunur ve ciddi bir servet edinse de mütevazı yaşamı zerre kadar değişmez. Tek hedefi birikimini arttırmaktır.

İra, John Hopkins’de kendini iyice üniversite hayatına kaptırmış, bir yandan solcu akımlarla ve Marks, Engels gibi dönemin ilgi çeken öncüleri hakkında araştırmalar yaparken bir yandan da tutkusu olan klasik müzik bilgisini geliştirir.

Babasını bankada ziyarete geldiği bir gün, ızdırap içinde bekleyen borçluları görür ve babasını şöyle der:

“Baba, yazık değil mi bu adamlara, artık harcayamayacağın kadar büyük bir servetin var ancak kendine şu soruyu hiç sordun mu: ‘İnsanlık için ben ne yaptım?’ Bu konuda notun kırık olabilir, bunu hiç düşündün mü?”

Bu sözler babayı çıldırtır. Baba da, “Aileyi yokluktan refaha çıkarmam sayesine lüks okullarda okuyabildin, şimdi de minnettar olacağına beni aşağılıyorsun. Çek git buradan! Seni bir daha görmek istemiyorum” diyerek İra’yi kovar.

Başarı ve çevre

İra iki yıl gibi kısa bir zamanda Bamberger & Company’de satış ve pazarlama müdürü olur. Müzik sevgisi ve okuldaki politik girişimleri onu La Guardia’ya yakınlaştırır. Onun belediye başkanlığı kampanyasında etkin rol oynar ve bu şekilde New York’ta geniş bir çevresi oluşur. Başarıları devam eder… Lord & Taylor’da danışman, Saks Fifth Avenue’de müdür ve nihayet dünyanın en büyük ve tek AVM’si Bloomingdales'ı gerilemekten kurtaran başkan olunca “harika çocuk” olarak Amerika’ya damgasını vurur. Hayal edemeyeceği kadar geliri ve muhteşem bir sosyal yaşamı vardır ancak ruhunda bir boşluk onu devamlı rahatsız eder.  

Bir sabah, New York Times’da Struma faciasının haberini okur ve hayatı değişir; artık kendini Doğu Avrupa’da ızdırap çeken Yahudilere yardıma adamaya karar verir. Bu kararında Anayasa Mahkeme Başkanı ve üniversite kurucusu Judge Brandais’ın etkisi de vardır.

“Ayda en fazla kaç para harcayabilirsin?” sorusunun cevabı 5000 dolardır. “Peki, birikimin seni kaç yıl götürebilir?” sorusuna ise cevap “En az 100 yıl” olur. Brandais, “O zaman senin vaktin geldi de geçti” diyerek onu New York’ta devlette etkin Yahudilerle tanıştırır. 

“Harcayamayacağım kadar param olmuştu, acayip bir çevre edinmiş, Amerika’nın zirvesinde Başkan Roosevelt dahil önemli olan iş adamları ve politikacılarla bir şekilde ilişkide olmuştum. Babama sorduğum soruyu kendime yöneltmemin vakti gelmişti: ‘İra, insanlık için ne yaptın?’

Sarsıcı iki tecrübe

Bu ilişki ve imkânlarımı artık kendimden daha büyük emellere adamaya kararlıydım ancak nereden başlayabileceğimi bilemiyordum. Yaşadığım iki olay bende derin etki yaratmıştı.

İlki 1932 yılında tatilimi geçirdiğim Almanya’da yaşanmıştı. Piyano hocam ve gurum Schnabel Berlin’de ‘master class’lar veriyordu ve ben de daha önce New York’ta olduğu gibi bu eğitim programlarına katılmaktan ve onunla vakit geçirmekten çok keyif alıyordum. Etrafı entelektüellerle çevrili olduğundan politik gelişmeler hakkında süratle bilgi sahibi olmuş, Schnabel’in Avrupa’nın istikbali hakkındaki endişelerini dinlemiştim. Bu ülke I. Dünya Savaşından yaralı çıkmış, üstüne de 1929 dünya krizi eklenince çaresiz ekonomik sıkıntılar içinde kıvranıyordu. Weimar Cumhuriyeti ağır Versay Anlaşması yaptırımlarını yerine getirememe sıkıntısı altında eziliyordu. Tanıştığım politikacı, gazeteci ve diğer fikir önderleri benimle hem fikirdi, Cumhuriyet uzun süre dayanamazdı. Onları tecrübeli liderleri Von Hindenburg bile kurtaramaz, çöküşü ancak biraz geciktirebilirdi. Almanya iflas etmiş ve bir delinin ortaya çıkışının zemini hazırlanmıştı. 

Goethe ve Listz’in şehri Weimar sokaklarında dolanırken bir binanın önünde hareketlilik gördüm. Merak edip içeriye girdiğimde salonun arkalarında bir yere vardığımda hayretler içinde kaldım. Dikkatim anında şeytani bakışlı, hiddetli konuşmacıya yönelmişti. Bu küçük, çirkin bıyıklı adam transa geçmiş ve dinleyicileri hipnotize etmişti. Ne dese çılgın alkışlarla destekleniyordu. 

‘Versay Anlaşmasını cart diye yırtacağım, dünyaya Almanya’nın yüceliğini göstereceğim, savaş yaptırımlarını ve borçları unutsunlar başta sizlere iş, aş sağlayacağım, yeter artık bu çektiklerimiz!’

Bu umut dağıtma söylemlerine devam ederken birden, ‘Bütün Yahudileri Almanya’dan süreceğim, gerekirse her birini beraberce yok edeceğiz, kötülüklerin temelinde onlar yatıyor. Kurtuluşumuzun bir yolu da buradan geçer…’ dedi.

Bir anda şaşırdım! Bu tanımadığım deli bana Yahudiliğimi hatırlattı ve beni yok etmek istediğini söyledi. Rüyada mıyım diye kendimi cimciklememe rağmen konuşmasının devamında niyeti net bir şekilde anlaşılıyordu. Arkasına aldığı kitle, attığı umut can simidine sıkı sıkı sarılmış, her istediğine düşünmeden koşulsuz desteklemeye hazırdı. Duymadığım ve tanımadığım hatta Alman olduklarına inanamadığım bu kitleyle ilk defa karşılaşıyordum. Evet, Almanya’da sefalet vardı ancak varlığına inandığım asil ve eğitimli insanları, basit bir delinin fanatik fikirlerini gerçekleştirmesine izin vermezdi. Söylediklerinin bir kısmını dahi başarsa Avrupa’nın ve dolayısıyla dünyanın sürüklenebileceği kaos ve felaket gözümün önünden geçti. Naralar arasında savaş ve masumların katliamı olan reçeteyi sunan bu Avusturyalı manyak, bahsini duyduğum Hitler’in ta kendisiydi. İrkildim…

Bende deprem niteliğinde şok yaratmış ikinci olay da şöyle gelişti. 

1938’se Başkan Roosvelt’in başlattığı, Avrupa’nın Nazi hareketinden sonra oluşmuş mülteci problemine çözüm bulmak amacıyla organize ettiği Evian toplantısına katıldım. Dünyanın en güçlü devletlerinin de katıldığı bu konferansa Amerikan heyetinde gayri resmi olarak katılmaya davet edildiğimde hemen kabul etmiştim. Yetkisiz, amaca hizmetten uzak, küçük insanların keyifli bir seyahat olarak gördüğü bu konferansın sonuçsuz kalacağı barizdi. Amerika’yı en üst düzeyde temsil eden, Dışişleri Bakan Yardımcısı Breckinridge Long’a rapor vermek üzere katılan ve dostum olan George Brant da benimle aynı fikirdeydi ve bir an evvel sonraki görev yeri olan Viyana’ya gitmek için sabırsızlanıyordu. Bana katılmamı teklif edince, amaçsız günlerimden kurtulma sevinciyle, karşılaşacaklarımdan habersiz ve tereddütsüz kabul ettim. 

Evian’dan sonra Viyana soğuk duş etkisi yarattı. Bir zamanların neşeli ve dünyaya bilhassa müzik olarak zarif katkılar sağlamış bu şehri, Alman ve yerli Nazilerin pençesine düşmüştü. Ülkenin entelektüel ve ilmi alanlarda gelişmesine sayısız katkı vermiş Yahudilere karşı, amansız Tuna Nehri kenarında antisemitizm, Almanları kıskandıracak raddeye gelmişti. Anschluss’tan birkaç hafta sonra Brant ile vardığımızda, kamplara yönlendirilmek üzere, kollarında sarı bantla sokaklarda dolaşanları gördük.

Diplomatik pasaportum sayesinde girmemin sorunsuz olacağını düşünerek Amerikan Büyükelçiliğine yöneldim. Elçilik civarındaki yollar insan kaynıyor, herkes kendilerini bekleyen facianın kurtuluş çaresi olarak Amerikan vizesini görüyordu. Arabam elçiliğe ancak üç blok yaklaşabilmiş, ben de ite kaka yolun geriye kalan kısmını yürüyerek devam etmiştim. Durum dramatikti, elçilik görevlileri binlerce vize müracaatını değerlendirmekle meşguldü. Büyükelçiye geldiğimi kısaca bildirerek otelimin yolunu tuttum. Bir de ne göreyim! Otelin etrafı da yığınla insan tarafından sarılmıştı. İnsanları Nazilerden kurtarmak için Amerikan Başkanı’nın gönderdiği kişi olduğum söylentisi yayılmış ve millet bana ulaşmak için otelime hücum etmişti.  Zorlukla odama çıktığımda pencereden bu insanlara bakıp çaresiz ve çok kötü hissettim. Boş umutlar vermekten başka ne yapabilirdim ki?

En azından bu insanları dinlemem ve onlara nasıl yardım edebileceğimi öğrenmem gerekirdi. Boş bir odayı açtırmamla koridorlara insanlar üşüştü. Sürüklediği on yaşında çocukla odaya girmeyi başaran kadın koluma, canı pahasına bırakmamak üzere kararlı şekilde yapıştı. Ben ne yapabilirim ki dememe kalmadan ‘Bu kağıdı imzalayacak ve çocuğumu ölümden kurtaracaksın’ dedi. Okudum, 25 bin dolara kadar çocuğa kefil olmam şartı ile Amerikan vizesi alıp çıkmasına izin veriliyormuş. İyi de bir tek bu bayan olsa iyi, buradaki yüzlerce kişiyi kurtarmaya servetim yetmezdi. Sadece bayanın çocuğu ile ilgili kefaleti imzalayarak, rahatsız olduğumu, lobiye ilaç ısmarlamak üzere gitmem gerektiği bahanesiyle canımı aşağıya attım. Doğru bara gidip arka arkaya iki viski diktim. Çaresizdim, ne yapacaktım. Bu insanları yüzüstü bırakamazdım. Ben de bir göçmen çocuğuydum. Üçüncü viskiden sonra kararımı verdim: Önce kurtar, sonra düşün! Odaya çıkıp ‘Getirin kağıtlarınızı!’ dedim. Bir gün Amerika’da bu insanları kapımda bulursam ne yaparım fikrini kafamdan silerek tek tek yüzlerce belgeyi, sevinç çığlıkları arasında imzaladım.

Aldığım çılgın risklere rağmen, o gece uyuduğum kadar huzurlu, gururlu ve insan gibi hissettiğimi bir gecemi hatırlamıyorum.  Ertesi sabah, kafamı toparlayıp servetimin bu yüzlerce insan için aldığım sorumluluğun kaçını karşılamaya yetebileceği hesabını yapmaya cesaret edemezken, kendi kendime, ‘Yetmese bile helal olsun’ dediğimi hatırlıyorum.”

Devam edecek…