Farklı konularda yaptığı röportajlarla tanıdığımız, Judeo Espanyol sayfası yazarlarımızdan Dora Niyego Edirne anılarını paylaştı. Bu sefer biz sorduk, o yanıtladı…
Anne tarafından Edirnelisin. Senin Edirne ile tanışman nasıl oldu?
Rahmetli annem Lüsi Lago Edirneli idi. Yirmi yaşlarında İstanbul’a geldi ve babam Nesim Niyego ile evlendi. Anneannem Donna Lago ve dedem Nesim Lago ise 70’li yıllara kadar Edirne’de yaşadılar.
Annem kardeşim ve beni bütün milli ve dini (Müslüman ve Yahudi) bayramlarda Edirne’ye götürür, anneannemde üç, beş gün kalırdık. Hem anneannemleri görür, hasret giderir, hem de tatil yapardık. Edirne’ye gitmeyi çok severdim. Yirmili yaşlarıma kadar her yıl birkaç kere Edirne’ye gittiğimizi hatırlıyorum. O zamanlar Edirne’ye gitmek pek kolay sayılmazdı. Sabah erken saatte otobüse biner, akşam Edirne’ye varırdık. Yollar da şimdiki gibi değildi ama biz birkaç saat sonra Edirne’ye varacağımızı düşünmekten, yolculuktan çok zevk alırdık. Yolun yarısı Çorlu idi. Otobüsten inip tükürük köftesi yerdik. Sonra yola devam… Toprak, çakıl taşlı yollarda otobüs takur tukur giderdi ama biz hiç sorun etmezdik. Havza’ya vardığımızda, “Edirne’ye yaklaştık” diye bağrışırdık. Çoğu zaman otobüste Grasya Aziz’le yan yana oturur, sohbet ederdik. Grasya’nın ailesi Edirne’de otururdu. O ise İstanbul’da yatılı bir lisede okuyordu. Bayramlarda ailesini görmeye giderdi.
Edirne’de nasıl vakit geçirirdiniz?
Edirne’ye varınca, dedemin evine doğru yol alırdık. Dedemler Valikonağı Caddesinde oturuyordu. Anneannem gururlanarak “Vali’nin konağının birkaç ev ötesinde oturuyoruz” derdi. Dedemlerin evine vardığımızda büyük bir heyecanla öpüşür, hasret giderir sonra anneannemin hazırladığı lezzetli Sefarad yemeklerini yerdik. Anneannemin felçli bir kardeşi vardı; Sason Polikar. Sason’a anneannem bakardı. Tekerlekli iskemlesiyle sabah evden çıkar, kahvehaneye gider, oradakilerle Domino oynar, akşam saatlerinde eve dönerdi. Edirne’de Sason’u tanımayan yoktu. Geçen yıl Edirne’ye gittiğimizde, Sason’u halen hatırlayan yaşlılara rastladık.
Dedemin evi üç katlı ahşap bir binaydı. Alt katında tuvalet ve bahçe vardı. Bahçenin ortasında küçük bir kuyu bulunurdu. Buzdolabı olmadığı için, yemeklerin taze kalması için, tencereler sepetlerin içine konur, kuyuya indirilirdi. Evin ikinci katında salon, bir yatak odası ve mutfak, üçüncü katında da iki yatak odası vardı. Kardeşim ve ben, kuzinlerimle birlikte üçüncü kattaki yatak odalarının birinde yatardık. Tabii bol bol da kudururduk. Kışın, hava çok soğuk olurdu. Bütün ev de ısıtılmadığı için, tuvalete gitmek için en üst kattan tuvalete inene kadar donardınız. Bu yüzden anneannem yatağın altına bir oturak koyardı.
Baharda Edirne’ye gittiğimizde yılın en güzel havasını yaşardık. Kuzinim Donna, Beti Yahya ve rahmetli Niso Malki ile bisikletlere biner Yıldırım mahallesine doğru giderdik. Yolda ayçiçeklerin arasından geçerdik. Yıldırım Mahallesi Çingenelerin mahallesi idi. Anneanneme her gün oradan bir çingene yardıma gelirdi. Anneannem İstanbul’da bize yardım etmesi için de bir çingene yollardı. Bizim evde yıllarca Edirne’den gelen Hakiye adında bir yardımcı çalıştı.
Yaz aylarında günler nasıl geçerdi Edirne’de?
Yaz aylarında, okullar tatil olduğu için, annemle sık sık Edirne’ye giderdik. Biraz daha büyüdüğümde, 16-17 yaşlarımda, şimdi İsrail’de dahiliye doktoru kuzenim Moiz Amarilyo kuzinlerimi ve beni alır, Karaağaç’a götürürdü. Bazen bütün aile Bülbül ve Söğütlük’e giderdik. Bu gezintiler çok hoşuma giderdi. Bazen de büyükler akordeon eşliğinde dans ederlerdi. Bazı günler “Bugün yine biri boğuldu” söylentilerini duyardık. Edirne’nin yazı çok sıcak olduğu için, bazı gençler bunalır nehre girerlerdi, tabii yüzme bilmedikleri için bazıları boğulurdu. Açık hava sinemasına gitmek en büyük zevkimizdi. Çekirdek yiyenlerin ‘çıt çıt’ sesleri arasında Türk filmi seyrederdik. Akşamları anneannem bize sazan balığı, bazen de ‘kaşkarikas’ yapardı. Edirneliler kaşkarikas’a ‘encinaras’ derlerdi. Bir gün anneanneme sebebini sordum, “Edirne’de enginar bulunmaz, bu sebeple bu yemeğe encinaras deriz” demişti. Teyzem bazen tezpişti ve frejalda yapardı. Bunları yalnız Edirne’de yerdim. Bir de teyzemin bademezmeleri meşhurdu.
O yıllarda Yahudi gençler Edirne’de nasıl vakit geçirirdi?
1960’ların sonlarında Edirne’de bir Yahudi gençlik kulübü olduğunu hatırlıyorum. Kuzinlerim beni birkaç cumartesi öğleden sonrası oraya götürmüştü. Edirneli gençler, o yıllarda İstanbul’a gelebilmek için üniversite sınavlarına çok çalışırlardı. Birçoğu da İstanbul’da çok iyi üniversitelere girerlerdi. Rahmetli Moiz Aziz’in Boğaziçi Üniversitesine girdiğini hatırlıyorum. Gençlerin büyük bir kısmı, Boğaziçi Üniversitesi, Teknik Üniversite veya İstanbul Üniversitesinin sınavlarını kazanır, İstanbul’da ya okulda yatılı kalır ya da bir daire kiralarlardı.
Edirne deyince aklında kalanlar…
Edirne Yahudileri hastalandıkları zaman eve Doktor Bayar’ı çağırırlardı. Boğazın mı ağrıyor, Doktor Bayar. Karnın mı ağrıyor, Doktor Bayar. Doktor Bayar her derde deva idi.
Edirne Çarşısını anmadan geçemeyeceğim. Renkli sabunlardan almadan İstanbul’a dönmezdim. Saraçlar Caddesindeki pastanelerde pasta yemeği çok severdim. Dedem peynirci idi. İstanbul’a dönerken, bize bir teneke peynir verirdi. Dedemin Ali Çetin adında bir ortağı vardı. Dedem her gece rüyasında Ali Çetin ile kavga ederdi. Ortağının yüzüne söyleyemediği şeyleri rüyasında söylerdi. Kuzinlerimle beraber, anneanneme, dedemin uykusunda konuşmaya başladığında bizi çağırmasını söylerdik. Bir kere şahit oldum. Çok korktuğumu hatırlıyorum.
Bayramlarda ve cumartesi sabahları Edirne Sinagogu dolup taşardı. Hele oruç bayramında sinagog merdivenlere kadar dolup taşardı. Zaman zaman pazar günleri düğünler olurdu. Aşağı yukarı tüm Yahudiler sinagoga düğünü görmeye giderdi. Viyana’daki sinagogun aynısı olan Edirne Sinagogunda düğünler çok güzel olurdu.
Aile İstanbul’a taşınınca Edirne ziyaretleriniz de bitti herhalde…
Anneannem, dedem ve Sason 1976’da İstanbul’a taşındılar. Teyzem daha önce geldiği için anneannem orada yalnız hissetti. Şişli’de teyzeme yakın bir evde bir daire kiraladılar. Onları ziyarete gittiğimizde dedemin ve Sason’un çok mutsuz olduklarını görürdüm. İstanbul büyük şehir, Edirne’deki gibi istedikleri zaman sokağa çıkamazlardı. Bir yıl sonra Sason, iki yıl sonra da dedem vefat etti.
Dedemin vefatından sonra, annem ve iki kardeşi Edirne’deki evi sattılar. Anneannem her bir çocuğunun evinde altışar ay kalacaktı. Ev satıldıktan birkaç ay sonra, bir gün Hürriyet gazetesinin ilk sayfasında, bir resim ve haber gördük: “Edirne’deki bir evin yıkımından sonra, toprağın içinden bir küp altın çıktı.” Bu anneannemin eviydi. Dedem evi, Edirne’yi terk etmek zorunda kalan bir Ermeni’den satın almıştı. Ermeni vatandaş dedeme “Bu evin altında bir küp altın gömülü” demişti. Dedem de devamlı evin değişik yerlerini kazar, bulmaya çalışırdı. Sonradan öğrendiğimize göre, küp birinci katı ikinci kata bağlayan merdivenlerin altından çıkmış. Tabii ki dedemin orayı kazması imkânsızdı. Haberden sonra ‘İyi ki dedem vefat etti, yoksa üzüntüsünden ölürdü’ diye düşündüm.
Her yıl, arkadaşlarla Edirne’ye en az bir kere gideriz. Saraçhane Caddesinde bir otelde kalır, cumartesi akşamları Trakya Üniversitesinde okuyan gençlerin müzik yaptığı Zindan Altı Meyhanesinde geç saatlere kadar eğleniriz. Edirne’de sohbet ettiğimiz herkes, altından bir küp altın çıkan evi biliyor. Bu olayı, ben onlara ilk ağızdan anlattırır ve dedemin evini bildikleri için memnun olurum.