Bu seneye geldiğimizde Fenerbahçe’de bir doygunluk, bir enerji eksikliği hissediliyordu. Kalitesinin çok altında performans gösteren takım, Koç Obradovic’in kafasındakileri sahaya yansıtamamaya başladı. Pandemi süreciyle iptal olan sezonun sonunda ise Obradovic, bir sene çalışmama kararı verdi ve takımımdan ayrıldı.
Takım taraftarlığının aileden çocuğa küçük yaşlarda zerk edildiği bir toplumda - hele ki bu toplum bireyselliğe vurgu yapmamaya teşne bir toplumsa – tutulan takım insanın kimliğinin bir parçası, o takımın durumu ise insanın hayatının ne kadar iyi gittiğini belirleyen unsurlardan biri oluyor. Örneğin, küçükken okulda iyi performans göstermediğim bir senede, en azından takımım şampiyon oldu diye teselli ettiğimi bilirim kendimi birçok kez.
2013 yılı da bunlardan biriydi benim için. Yurtdışında üniversiteden yeni mezun olmuş, iş bulmakta zorlanırken kendime özgüvenimi kaybettiğim bir dönemde, bir gün Twitter’ı açtım ve o haberi gördüm: “Zeljko Obradovic, Fenerbahçe ile anlaştı.” Avrupa’nın en iyi koçu benim takımıma gelmişti, evet benim kariyerim istediğim yönde gitmiyordu, hatta başlayamamıştı, ama en azından takımım yükselişe geçecekti.
Ve gerçekten de öyle oldu. Ben İstanbul’a döndüm, Obradovic takımı devraldı ve ilk senesinde şampiyonluğa ulaştırdı. Ben pek memnum olmadığım bir işte çalışsam da Obradovic’in takıma getirdiği soluk bana ilham veriyordu. Savaşçı, heyecanlı bu ekip adeta beni temsil ediyordu. 23-24 yaşında okul sonrası hayata yeni atılmış, kendini bulmaya çalışan biri olarak ben de aynı mücadelenin, kimlik arayışının içindeydim. Kendimi o kadar özdeşleştirmiştim ki Obradovic’in takımıyla, normalde sakin mizaçlı olan benim bile maçları izlerken kendimden geçtiğim oldu. Benden çok daha heyecanlı babamın beni defalarca sakinleştirdiğimi söylemem gerek.
Gel zaman, git zaman Obradovic’in takımı Euroleague’de başarılara kavuşmaya devam ederken, hayatıma da yeni bir gelenek katmıştı. Diğer Fenerli arkadaşlarla perşembe günleri babamın evinde buluşup maçları izliyorduk, devre arası ‘totem’ kahveleri içilip maçın sonunda gecenin geç saatlerinde heyecanla bağrışmamaya çalışıyorduk. Bu gelenek lisansüstü eğitimim için yurtdışına gittiğimde de devam etti. Uzaktaydım ama yarattığımız geleneğe duyduğum sadakat devam etti ve ben yine devre arası kahvemi yaptım.
2017 Mayısında İstanbul’daki Euroleague Dörtlü Final’i ise hayatımın en heyecanlı haftasonlarından biri oldu. Sonunda şampiyonluğu göğüsleyen Fenerbahçe’yi izlerken kendimden geçmiştim. Final maçının bitmesine bir dakikadan az kalmış olmasına ve 15 sayıyla önde olmamıza rağmen gerginliğim devam ediyordu çünkü kendimle bu kadar özdeşleştirdiğim takımın son dakika bir şeyi kaybetmesinden çok korkuyordum, tıpkı kendi hayatımda olduğu gibi. Maçın sonunda sesim kısılmış, başım ortadan ikiye ayrılacakmışcasına ağrıyordu.
Onu takip eden senelerde bazı oyuncular NBA’ye açıldılar, bazıları Avrupa’nın başka takımlarına geçti. Ancak o takımın birbirine duyduğu bağ ve benim ona duyduğum bağ hafiflemedi. Takip eden iki sezon boyunca bir daha şampiyonluk gelmese de heyecan devam etti.
Bu seneye geldiğimizde ise artık takımda bir doygunluk, bir enerji eksikliği hissediliyordu. Kalitesinin çok altında performans gösteren takım, Obradovic’in kafasındakileri sahaya yansıtamamaya başladı. Pandemi süreciyle iptal olan sezonun sonunda ise Obradovic, bir sene çalışmama kararı verdi ve takımımdan ayrıldı.
Madem kimliğinin bir parçasıydı bu takım ve şimdi dağıldı, nasıl hissediyorsun diye soracaksanız, onunla beraber olgunlaştığımı, biraz daha büyüdüğümü söyleyebilirim. Hayatta düşüş ve yükselişlerin olduğunu, mücadelenin önemini daha iyi anladım. Bu yüzden bu soruya vereceğim cevap belli: Kabullenme.
Obradovic’in hem basketbolumuza hem de kişisel olarak hayatıma kattıklarını saygıyla anıp yeni bir dönemin başladığını kabullenme. Böylece yeni gelen döneme yeniden heyecanla girebilirim, tıpkı onun bize yıllar içinde öğrettiği gibi.