Seviştikçe ayıplanmalıyız…

“Dört kişi parkta çektirmişiz. Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi. Anlaşılan sonbahar. Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli. Yapraksız arkamızdaki ağaçlar. Babası daha ölmemiş Oktay’ın. Ben bıyıksızım. Orhan, Süleyman efendiyi tanımamış. Ama ben hiç böyle mahzun olmadım. Ölümü hatırlatan ne var bu resimde? Oysa hayattayız hepimiz.”

Ferhat ATİK Toplum
12 Ağustos 2020 Çarşamba

Ne kadar yaş aldıysa ölümle kaybettiklerimiz, o kadar fazla acı duyuyoruz aslında. Uzun uzun yaşamların üzerimizde bıraktığı anı izlerinin derinliği, çok yaş almış ve gidenin yüzündeki zaman çizgileri kadar derin oluyor.

Ne yaşı var bir ebedi göçün, ne de zamanı. Her an ve her zaman hep erkendir, gidiş için.

Geride kalanın acısı en çok yarım kalışlaradır. Bir hayatın akışında insan hep, hiçbir şeyi tamamlamadan ayrılır yaşamından. Hem de hiçbir şeyi. Sadece tamamladığımızı sanırız günübirlik telaşlarda. Bazen kendimizi kandırdığımızı bilerek, hatta bazen onu bile bilmeyerek.

Zamanı kolumuza takıp yelkovanla akrep sanırken biz, yaşamın son deminde anlarız ya da belki hiç anlamayız, zamandır bizi koluna takan, önünden usulca akıp gitmemize, üzülse de seyirci kalan.   

Kimin kazandığını kestirmeye çalışırken, hep yenildiğimizi anlayarak sonlanıyor kendi hayatımız ya da sevdiklerimizin hayatları.

Elbette hayat bu kadar karamsar değil. O kadar seviyoruz ki aslında yaşamayı, ne kendimiz için ne de sevdiklerimiz için bir son olmasına dayanamıyoruz. Yaşamaktır arzumuz.

Nazım’ın, yetmişinde zeytin ağacı ekmeyi nasihat ettiği gibi. Cahit Sıtkı’nın, penceresinden gün eksilmesin diye her mihneti kabulü gibi.

İlk uçurtmasının gökyüzünde salınışını izleyen bir çocuğun, gökyüzü kadar sınırsız, uçurtma kadar özgür yüreğiyle yaşadığımız hayatla ilgili, neresinden başladığımızı bilmeyecek ve ne zaman çıkacağımızı anlamayacak kadar saf ve çocuk kalıyoruz aslında hep. Tüm yaşamımız, bu saflıkla geçiyor hayata karşı, çocuk yanımız bozulsa da. O bizden hep üstün kalıyor. Biz ona hep yenik.

Oysa onu seviyoruz, bırakmamak için direnecek kadar. Oysa onu yaşıyoruz, bilincimizde bile olmayacak kadar. Oysa onu tüketiyoruz, tüm sevdiklerimizi, severek tükettiğimiz kadar.

Erkeklerin ağlamadığı ve kız gibi gülmediği çocukluklara inat şimdi, erkek gibi gülüp kız gibi ağlamayı da öğrenmeliyiz, öğretmeliyiz. Savaşmak yerine sevişmeyi anlamsız kılan zamanların inadına, savaştıkça alkışlanan değil, seviştikçe ayıplanan da olmalıyız. Ama yine de sevişmeyi yeğ tutmalıyız savaşa.

Nihayet öğrenmeliyiz de: Anladığımızı yaşamak yerine, yaşadığımızı anlamanın daha büyük bir mutluluk, bir erdem olacağını.

Ancak böyle geçer hayat, mutlulukla.

***

İlk paragraf Melih Cevdetin; Orhan Veli, Oktay Rifat ve Şinasi ile birlikte çektirdiği fotoğrafa bakarak yazdığı 'yaşam ve ölüm' üzerine bir şiirdi. Şiir yazıldığında hepsi hayattalardı. Şimdi hiç biri değil. Ama şiir hayatta. Bahsi geçen Süleyman Efendi Orhan Velinin o fotoğraf çekildiğinde henüz yazmamış olduğu şiirindeki meşhur Süleyman Efendi’ydi. Hani o, hiç bir şeyden çekmeyen nasırından çektiği kadar...