Türkiye üzerinden kurtarma koridoru

: Yüz bine yakın Yahudi’yi kurtaran sessiz kahraman Ira Hirschmann-4

Perspektif
12 Ağustos 2020 Çarşamba

Avrupa’da Soykırım’la karşı karşıya kalan Yahudileri kurtarmak için çözüm yolları arayan Ira Hirschmann, ABD’de kurulan Savaş Mülteci Masası Türkiye özel temsilciliğine atanmış, bu göreviyle ilgili olarak Türkiye’ye hareket etmeden önce Türk Büyükelçi’si Mehmet Münir Ertegün’le bir araya gelmişti. Gelişmeleri, Hirschmann’ın ağzından öğrenmeye devam ediyoruz…

Aaron Nommaz

 

“Münir Bey, başta Struma faciası olmak üzere, topraklarına ve karasularına gelen mülteciler konusunda neler yaptıklarını ve bazı konularda neden çaresiz kaldıklarını anlatıyordu. 

‘Sonuçta bu insanlara, Türkiye üzerinden geçişlerine izin verilip tek gidebilecekleri yer olan Filistin’e karadan ulaşmalarına imkân sağlanamaz mıydı?’ dedim.

‘Trenle doğuya gitmeleri demiryollarının yetersiz olmasından dolayı sınırlıydı. İmkân olan küçük kotalarla insanların geçişi de sağlanmıştı ancak bu kişilerin de gerçekten doğuda ülkeyi terk edip etmediklerini takip etmek de kolay değildi. Ayrıca demiryolları da ordunun emrindeydi. Bu yoldan, dramın boyutlarına bakıldığında anlamsız denecek kadar az kişiye çare bulunmuştu’ diye açıkladı Büyükelçi.

‘Sonuçta sizinkiler, motoru olmayan bu perişan tekneyi, 70’i çocuk, olmak üzere 769 yolcuyla birlikte şubat soğuğunda, malzeme ikmal imkânı olmayan şekilde halatını kesip Karadeniz’in ortasında kendi haline bırakmış. Bir anlamda bu insanlar ölüme terk edilmiş olmuyor mu?’ diye sert bir soru ilettim.

‘İlk bakışta izlenimleriniz doğru. İngilizler ve tüm ilgililere tekneyi Türk deniz sahası dışında Karadeniz’e bırakacağımızı ikaz ettik. Kimse kılını kımıldatmadı. Sizi ziyaretiniz öncesi araştırdım. Başarılı iş adamı geçmişiniz dışında gönüllü çalışmanız beni etkiledi ve size olan güvenimi arttırdı. Bu çabanızda şahsi beklentiniz yok. Faydalı olma imkânınız olabileceğine inanıyorum. Bir büyükelçi dokunulmazlığı dışında mutat olmayan yetkilerle donatıldınız ve özel sektör temsilcisinin esnekliği ile hareket edebileceğinizi öğrendim. Buraya kadar bir yanlış var mı?’ diye sordu.

‘Hakkımda net bilgiler aldınız ve benimle açıkça paylaştınız. Samimiyetiniz beni mutlu etti ve kısa zamanda çok şey öğrendim, ihanet etmeyeceğime güvenebilirsiniz’ diye cevapladım.

‘Klasik bir diplomat gibi değil de yetkili iyi niyet elçisi olarak ve çözümcü yaklaşımınıza güvenerek olayları daha iyi kavrayabilmeniz için bazı açıklamalar yapacağım. Gemi söylendiği gibi Karadeniz’in ortasında değil de Türk deniz sahası içinde Şile açıklarına römorkla çekilip terk edildi. Karadeniz’in hâkim rüzgârı poyrazdır, devamlı kuzeyden eser. Gemi sahile vurduğu takdirde deniz hukukuna göre bu ‘gemi enkazı’ statüsüne girer. Bu durumda yapılması gerekeni araştırırsanız geminin terkindeki niyeti çözer ve böyle bir durumda ileride gelecek gemilere emsal teşkil edemeyeceğini anlayabilirsiniz. Maalesef gemi terk edilmesinden kısa bir süre sonra Rus denizaltısından çıkan bir torpidoya hedef oldu. Bu ayıp sadece insanlıktan nasibini almamış, kalpsiz ve akılsız İngiliz koloni memurlarının değil, trajediyi ilgisizce seyreden bütün ülkelerin günahı, insanlığın ayıbıdır, umarım sizi yeterince aydınlatmışımdır’ dedi.

‘Türkiye’nin insancıl davranma konusunda kararlığını çok güzel ifade ettiniz. İyi anladıysam İngilizler Filistin’e giriş vizelerini verselerdi bu facia yaşanmayabilirdi; çok hazin. Tek bir sorum daha var: 1942’de ağırlıklı olarak azınlıklara, ödenemeyecek ve itirazı kabil olmayan Varlık Vergisi adı altında bir vergi salınmış. Ben bunu anlattıklarınızla bağdaştıramadım. Anlatılanlar doğru mu?’

‘Sevgili Ira, bu sorunu ertele, bilahare hem bu konuyu, hem de bin civarı insanın kaçtıkları Nazi ölüm kampına iade edilen SS St.Louis gemisine (St. Louis Nazilerden kaçıp Küba’ya gitmeyi planlayan Yahudi kurtarma gemisiydi. Küba karaya inmelerine izin vermeyince merhametli olabileceği düşünülüp rota Amerika’ya çevrilmişti. Ancak Amerikan yönetimi de Türkiye gibi karaya inmelerine izin vermeyince facia kader olmuştu. Gemi, yolcuların fırınlara mahkûm olacakları bile bile Avrupa’ya geri gönderilmişti) Amerikan yönetiminin tavrını da enine boyuna konuşuruz. Gel şimdi ağız tadı ile Türk mutfağını sana tattırayım.’

‘Olur tabii. Gerçekten umduğumdan daha verimli bir görüşme oldu. Açık kalpliliğiniz için minnettarım’ derken tecrübeli diplomat Varlık Vergisi konusunu bir daha açmaya cesaret etmememi sağlamıştı.

Son derece tatminkâr toplantı akabinde, değişik ve keyifli bir gün geçirdikten sonra Sn. Büyükelçi beni havaalanına bıraktırdı. Artık göreve davet edilmeyi beklemekten başka işim yoktu. 

HAREKET ZAMANI

Hareket haberi beni Miami’de buldu ve derhal askeri hava üssüne teslim olmam istendi. Üste olduğumuz sürece kendimizi ve sağlığımızı nasıl koruyacağımız anlatıldı. Bir hafta sonunda, 30 Ocak’ta, subaylar bizi içtimaa çağırdılar ve nihayet hava kuvvetlerine ait C-54 tipi bir nakliye uçağına alındık. Üst rütbeli bir sivil olmam hiç fark etmiyor, uçakta diğer subaylarla eşit muamele görüyordum. Uçak genç askerlerle dolu idi, sepet gibi koltuklara oturduk ve doğru düzgün ısıtması dahi olmayan kabinde havalandık. 

Atlantik’i geçmek sorun olmaz da Avrupa hava sahasını kullanmak çok riskli olurdu. Bunu düşünerek ve diğer personelin de Hindistan’a gittiğinden olacak güneye yönelip Brezilya’da Natal, Atlantik’te Asension Adası, Afrika’da Akra gibi şehirlerde duraklayarak nihayet bir haftada Kahire’ye varabildik. 

Türkiye’ye giriş vizem burada verilecekti. Beklerken Filistin’e bir ziyaret yaptım. Burada Baltimore’daki kontaklarım sayesinde Ben Gurion ile tanışma imkânı buldum. Beni son derece mütevazı evine davet etti. Filistin’deki Yahudi liderler benim özel yetkiler ve mali imkânlarla donatılmış biri olduğumdan haberdardılar ve son derece ciddiye aldılar. Ben Gurion’dan Filistin’deki durum hakkında ilk net dersimi aldım:

 ‘Sen Londra’dakilere bakma, burada Kolonilerden sorumlu farklı yetkililer var. Bunlar seviyesiz kişiler; vahşi halkları idareye alışmışlar, seviyeli insanlarla konuşmayı bile bilmezler. Buradaki Yahudi yerleşimciler eğitimli ve düzgün aile terbiyesi almış medeni bir topluluk. En zorlu mücadelemiz Araplarla değil, insanları buralara getirmek ve bu cansız toprağı hayat vermek. Yapacağız, başaracağız!!’ sözleriyle yanından ayrıldım.

BOAC’nin bir yolcu uçağı ile Adana’ya, oradan da trenle 28 saatte Toros Dağları üzerinden Ankara’ya vardım. 

ANKARA’YA VARIŞ

4 Şubat 1944’te Büyükelçi Steinhardt’ı temsilen 1. Sekreter ile New York Times Temsilcisi Jozeph Levy beni karşıladılar. Ankara’ya vardığımda şok oldum. Başkent görünümünden ziyade gelişmemiş bir kasabayı andıran bir yerdi. Şehir demek mümkün değil, toprak yollar, kırık dökük binalar… Ancak Atatürk gibi bir deha burayı başkent yapmayı hayal edebilirdi.

Çok yorgundum, sefarete gitmeden otelimde yıkanıp kısa bir dinlenmeden sonra gelebileceğimi söyledim. Otelde hazırlıklarımı yaparken, kapım telaşlı bir şekilde iki Filistinli Yahudi tarafından çalındı. 

‘Derhal bizimle geliyorsun’ dedi genç olanı. İtirazlarımı geçiştirerek ‘Hayat kurtaracağız, vaktimiz az, yürü gidiyoruz, yorgunluğuna ve göreceğin manzaraları sağlıklı yorumlayabilmen için sana ilaç getirdim’ diyerek konyak şişesini uzattı. Otelin arka sokağında bir bodrumda, anlamadığım lisanda kaçakçılarla hararetli bir tartışmanın sürdüğü bir ortamda buldum kendimi. Bu tür şeyler yalnız korsanlar kitaplarında olur sanırdım. Etraf kalabalıklaştı ve birden liderleri olduğu anlaşılan genç bana döndü. ‘Anlaştık’ dedi, ‘Adam başı 300 dolar, mutabık mısın?’

KURTARMA OPERASYONLARI BAŞLIYOR

Hayat kurtarma dediği mültecileri hain tacirlerin elinden alma bedeliymiş. Konyağa gerçekten ihtiyacım varmış. Hayatımda değil böyle bir manzara ile karşılaşmak, olabileceğini bile düşünemezdim. Saf, günahsız çocukların hayatta kalmalarının pazarlığıydı bu. Bir çocuğun hayatının değeri parayla nasıl ölçülür! Elimdeki tüm imkânları tereddütsüz kullanmaya karar verdim. ‘Kaç kişi varsa hepsini al’ dedim. Yıpratıcı ve akıl almaz yollarla sekiz ayda, 15 bine yakın hayat kurtardık. İşimiz de buydu zaten.

Bu esnasında Bulgaristan ve Romanya sınırlarında Nazilerin saldığı ölüm korkusuyla Filistin’e varma umudu arasında sıkışmış zavallı insanları düşündüm. Karadeniz’i aşıp Türkiye’ye gelme çabalarında denizin dibini boylayan çok çocuk, kadın, genç ve yaşlı olmuştu. Amaçlanan deniz köprüsünü oluşturmak için Struma tipi denize açılmaya uygun olmayan gemilerin kullanılma mecburiyeti vardı.

Bunlardan ilki İstanbul’a ayak basma noktasına gelen SS Milka’daki yasal dayanaktan yoksun 250 kişiydi. Bu perişan insanlar Avrupa’nın muhtelif köşelerinden Nazi felaketinden canlarını kurtarmak için, ‘misyonerlerin’ (Hagana gönüllüleri) yol açması, Yahudi Ajansı ve Amerikan Yahudilerinin parasal desteği ile Köstence’ye varabilenlerdi. Filistin’e vizeleri olmadığından tıpkı Struma gibi, karaya çıkmaları kanunlara aykırı olduğundan Dışişleri’nden izin alınamıyordu. Benzeri bir insan travması daha yaşanmaması için azami gayreti sarf etmemiz, bir yolunu bulup bu insanları karaya ayak bastırabilmemiz gerekliydi. Sonra Filistin’e doğru yola çıkmalarını sağlamamız, karadan veya denizden yollarına devam ettirmek daha kolay bir işti. İlk önemli diplomatik imtihanımız bu gemi ile başladı. Ya başaracak veya başaracaktık, başka bir çaremiz yoktu.

Konuyu uzun uzun Büyükelçi Steinhardt’la konuşup onu Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu ile görüşüp izni koparmak için elinden geleni esirgememesine ikna etmiştim. Sonuçta benim buradaki varlık nedenim buydu ve bu faaliyetler için devlet tarafından görevlendirilmiştim. Başvuru başarılı oldu ve Numan Bey bu perişan insanların Türkiye’den geçişine bir kereliğine izin verdi. Gemi Haydarpaşa’ya yanaşabilecek, yolcular refakatle vagonlara bindirilip Suriye üzerinden Filistin’e doğru gidebilecekti.

İstasyonda, yarı baygın insanların trene gitmelerini seyrederken içimizde, hüzünlü manzaraya rağmen, büyük bir mutluluk vardı. Bu insanlarla konuşmamamız veya yardımda bulunmamamız istenmişti ancak, sözlü olmasa da gözlerle iletişim kuruyor, bakışlarımızla onlara ‘Endişelenmeyin, güvendesiniz! Artık sizi onurlu bir mücadele ve hür bir yaşam bekliyor’ hissini nakletmeye çalışıyorduk. Belli ki bu perişan insanlar geldikleri yerlerde kendilerine sevgi ile gülümseyen, empati ile yaklaşan yetkililerden uzak kalmış, şaşkın ve minnetle bize bakıyor, ‘Yaşadığımız gerçek mi?’ sorusunun cevabını yüz ifadelerimizde arıyorlardı.

Perde aralanmış, teknelerle kurtarma operasyonu köprüsü kurulmuştu. Milka’yı Maritza, Ballacitta, Kazbeck ve bir sürü dahası takip etmişti. Gayretlerimize rağmen mültecilerle temas kurup bilgi alamıyorduk. Tesadüfen 13 yaşında afacan bir çocukla konuşma imkânı bulmuştum. Elinde genç ve güzel bir ablanın resmi vardı. Kurtulmaları için insan taşırken vurulduğunu ve kahramanı Eileen’in canı ile onlara hayat verdiğini anlattı. Polonya’da kasabası basıldığında bütün Yahudilerin ailesiyle beraber hunharca öldürüldüğünü anlattı. Kendisi buz gibi su dolu bir fıçının içinde, sadece suyun dışında kalacak şekilde saklanıp katillerin ayrılmasını beklemiş. Yaşı sekizdi. İlk fırsatta arkasına bakmadan kasabadan ayrılıp nereye gittiğini bilmeden yürümeye başlamış. Muhtelif maceralardan sonra, karnını doyurabilmek için bir kampa bile sızmış. Bir müddet orada kaldıktan sonra sıyrılmış. Adı Alman listelerinde olmadığından gelişi de gidişi de tespit edilmemiş. Slovenya sınırına kadar yürümüş, sokakta buldukları ile beslenip orada gizli teşkilattan Eileen’in önderliğinde bir grupla Macar sınırına geçmesi sağlanmış.

İyi bir eğitim ve bu cesaretle medeni ortamda mucizeler yaratacak bir çocuktu bu. Trene binerken arkasına dönüp bana baktı... El sallayarak, ‘yolun açık olsun evlat’ deyip Şehiyanu duasını okudum. Allah’a bu günleri gösterdiği için şükrettim.

Ona yardım eli uzatan misyonerlerdi. Bu cesur gençlerin görevi, geri dönemeyebileceklerini bile bile paraşütle düşman hatlarının arkasına sızıp, kurtuluş organizasyonunu planlamak ve canlı istihbarat taşımaktı. Onlar elimiz ayağımızdılar, bu fedakâr çocuklar olmasa çabalarımız sonuçsuz kalır ve bu kadar insan kurtarılamazdı.

En acılı günümüz 6 Ağustos 1944’tü. Deniz köprüsü açıldı, artık uygulama standartlaştı diye düşünüp nispetten rahatlamıştık. Köstence’den Marina, Bulbil ve Mefkure ayrılmış, biz de onları karşılamak için bekliyorduk. Gecikme uzasa da sorun çıkacağını beklemezken bizi yıkan haber geldi. Mefkure İstanbul’a 45 mil kala Alman denizaltısı tarafından torpidolanmış, 306 yolcudan biri sekiz aylık hamile, sadece beş kişi kurtulmuş. Katledilenlerin 96’sı da çocukmuş. Kurtulanlar en yakın kara toprağına yüzerek varmış. Marina salimen İstanbul’a varmış, Bulbil ise dalgalarla boğuşuyormuş. Uzman kişilerin yönlendirmesi ve Kızılay’ın yardımıyla kaptana rotasını mayınlar ve ölüm saçan denizaltılardan uzak duracak şekilde değiştirmesi için mesaj ulaştırabilmiştik. Nihayet kurtarılabilecekleri en yakın Türk kara parçasına salimen varmalarını sağlayabilmiştik. Gemi Mefkure’den kurtulan beş kişiyi de beraberinde getirse de diğer cesetlerin şişmiş durumda karaya vurmaları sevincimizi gölgelemişti.

Göçmenlerin Türkiye’ye giriş yapabilmeleri için İngilizlerden alınmış Filistin vizelerine ihtiyaç vardı. Biz Ankara’da İngilizlere gelenlerin listelerini verip vizeleri alabiliyorduk. Bu faaliyet ilk altı gemi için çalışmıştı. Yedinciye gemide İngilizlerden “vize yok” cevabı gelince soluğu İngiliz Büyükelçiliğinde aldım. Lakayt bir tavırla, vize verilmemesinin yaratacağı dramı umursamaz bir şekilde, yapacak bir şey olmadığını ve vizelerin bulunmasının imkânsız olduğunu söylediler. 

Daha önce bana vermiş olduğu şifre ile Washington’da Lubin’e telgrafla durumu bildirmemden bir gün sonra vizeler bulundu. Bana bu kez çok candan ve samimi görünüşte sahte bir kibarlıkla teslim edildi. Ben de dalga geçer gibi vizelerin bu süratle bulunup yetiştirilmesinden dolayı sırıtarak kendilerini tebrik ettim.

Lubin direkt olarak Başkan’a durumu anlatınca, o da Churchill’i arayıp mucizeyi sağlamış ve dolgun zarf içinde aldığım kağıt parçalarıyla insanlara yaşama hakkı tanınmıştı.”

Devam edecek