İçinde yaşadığımız modern dünyada bilim ve teknoloji gibi konularda ne kadar ileri gidersek gidelim aynı iştah ve özenin gösterilmediği konular olduğu hepimizin malumu… Son günlerde İstanbul Sözleşmesi ile ilgili tartışmalarla yeniden gündeme gelen kadın hakları ve bunların korunması ne yazık ki bu özensiz alan içinde kalan konular…
Kadın haklarının tarihçesine baktığımızda içinde bulunduğumuz zamanı pek de modern bir zamanmış gibi algılamamamız gerektiğini görüp bunları iyileştirmek adına kadın erkek birlikte hareket etmemiz gerekirken, hâlâ böylesi yaşamsal bir konuda ayrışmak üzüntü verici olmanın çok ötesinde tedirgin edici bir hal aldı. Bu tedirginliğin çerçevesinin çizilmesinde geçmişi neredeyse iki yüz yılı bulan kadın hakları üzerine yapılan araştırmalara göz atmak farkındalık yaratmada bize önemli örnekler sunuyor.
Amerika’daki kadın hakları üzerine incelemeler yapan Kathryn Kish Sklar’ın, Women’s Rights Emerges Within the Anti-Slavery Movement adlı çalışması bunlardan biri. 1830-1870 arasında Amerika kıtasında ortaya çıkan ilk kadın hareketlerini kölelik karşıtı hareketlerle birlikte okuyan Sklar, bu iki hareketi birbirine bağlarken kadınların hak arayışını bir tür kölelikten kurtulma hareketi olarak tanımlıyor. Bu çıkarım, bugün kadın hakları ile ilgili en ufak ayrıntının yeniden tartışılıyor olması noktasında kolektif bilinçaltının kadın algısının nasıl olduğu konusunda hoş olmayan bir yönü işaret ediyor. Kadın ile ilgili olan her olayda ‘ama’ ile başlayan, “O da oraya gitmeseymiş, öyle giyinmeseymiş, o saatte sokakta ne işi varmış” diye devam eden söylemlerin zihinsel arka planında kadını özgür bir birey olarak değil de, toplum tarafından belirlenen kurallara uyması şart koşulan bir köle gibi görüldüğünü söylemek yerinde olacaktır. Belli kurallar göre yaşaması beklenen ‘makbul kadın’ algısının sancılarını yazınsal tarihimizden de görmek mümkündür.
Marilyn Yalom, Evli Kadının Tarihi kitabında “Havva’nın hikâyesi kötüden betere doğru devam eder”[1] diyerek, kadınların çağlar boyunca pek de mutlu mesut yaşamadığına dikkat çeker. Erkek yazarlar tarafından yazılan tiyatromuzdaki ilk batılı kadın örnekleri Yalom’un çıkarımını doğrular nitelikte hikâyelere sahiptirler. Bu anlamda ilk tiyatro oyunumuz olan Şinasi’nin Şair Evlenmesi, Türk kadının modernleşme konusundaki ‘kötüden betere’ evrilen hikâyesinin başlangıcı olarak kabul edilebilir.
Evlilik konusunu seçen ve görücü usulü evliliği eleştiren Şinasi, aşk evliliklerini savunarak toplumsal yaşamda kadına modern bir yaşamın yolunu açmaya çalışsa da, Hüseyin Rahmi Gürpınar 1932’de yazdığı Kadın Erkeleşince adlı oyununda aşk evliliğini ve modern kadın algısını yerden yere vurur. İş hayatına atılan ve eşit haklar için mücadele eden oyun karakterini suçlar da suçlar… Öyle ki, bir işi olan ve aşk evliliği ile evlenmiş yeni kadın tipini erkekleşmekle suçlar. Bu yeni kadın tipinin ateşli temsilcisi olarak çizdiği Nebahat adlı oyun karakteri doğum yaptıktan sonra iş yaşamına geri dönüp bebeklerine kocasıyla dönüşümlü bakma konusunda ısrarcı olduğu için çevresi tarafından kıyasıya eleştirilir. Aşk evliliğinin meyvesi olan bebek, annesinin çalışma inadı yüzünden beşiğinde hayatını kaybeder.
1860 yılındaki Şinasi ile 1932 yılındaki Hüseyin Rahmi Gürpınar arasındaki döneme baktığımızda Türkiye kadını önce erkeklerle eşit eğitim imkânını kazanmış (1924), yapılan Kılık ve Kıyafet Kanunu ile elbiselerini yenilemiş (1925) ve nihayet Medeni Kanun ile yasal statüsü bütünüyle yenilenerek, aile içinde erkekle eşit haklar kazanmıştı (1926). 1930’da yerel, 1934’te ise genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkı ile taçlanan bu kazanılmış haklar uygulamaya gelindiğinde ‘erkekleşmek’ olarak görülüp hoş karşılanmamıştı.
Fatmagül Berktay, Kadın Olmak, Yaşamak, Yazmak adlı çalışmasında “kadının erkeğe göre ve onun bakış açısından” tanımlanmasının kadını “bireysellikten ve öznellikten yoksun bir nesneye dönüştürdüğünü” öne sürer[2]. Berktay’ın bu tanımı Sklar’ın kadın hakları ve kölelik okumasını akla getirir.
Bugün geleneksel ve siyasi kodların giderek daha da güçlü biçimde kadını kıstırmak istemesi, kalıplar içinde sıkıştırmayı kabul etmeyen kadınlar için önemli bir direnç noktası olmanın çok ötesinde, özgür bir toplumun garantisi niteliğindedir. Kadının toplum hayatındaki yerinin ne olacağını, kamusal alanda ve siyasette kadınların ne derece aktif olabilecekleri, kadınların ve çocukların maruz kaldıkları şiddet karşısında nasıl korunacağı bugün artık kadınlardan çok erkeklerin savunması ve koruması gereken bir alan halini almış bir alan. ‘Kötüden betere giden’ bir tarih yazılmasını istemiyorsak, bu kalemi kadın erkek birlikte tutmalı, kadından yana bir dil kurmalı ve bu dili kullanmak zorundayız. Çünkü eğer doğru kullanırsa her kalem, en az Tanrı’nınki kadar güçlü olabilir.
[1] Marilyn Yalom, Evli Kadının Tarihi, Çitlenbik Yayınları, İstanbul, 2002, s.3
[2] Fatmagül Berktay, Kadın Olmak, Yaşamak, Yazmak, Pencere Yayınları, İstanbul 1998, s.152