Geçen yazımızda kaldığımız yerden devam ediyoruz.
B Planı ile TOY’un yeni ortak yapımı, Amerikalı yazar Lanford Wilson’un kaleme aldığı, Sami Berat Marçalı’nın çevirdiği ve yönettiği, 1986’da yazıldığından bu yana taptaze kalmış olan, en ufak bir kırışığı bile olmayan, ‘Burn This / Yak Bunu’ adlı oyundu. Marçalı, eşcinselliğini açıkça yaşamış olan Wilson’un, paylaştıkları bir trajediyle yüzleşmeye çalışan dört yalnız insanın, yaşamlarına, ilişkilerine, kimliklerine bir anlam arama çabalarına odaklanırken, cinsel kimlik sorunlarına değinen oyununu sahneye koyarken, müthiş güncel kalmış metnini hiç ellemeden, sadece çağcıl kostümler ve döneminkiler yerine cep telefonları kullanarak günümüze getirmeyi yeğlemişti. Elindekinin klasik bir aşk düeti değil, yalnızlık üzerine acılı bir kuartet olduğunun bilinciyle, derinlemesine incelediği dört karakterine de aynı derecede önem vererek, metni müthiş incelikli bir oda müziği partisyonu olarak yorumluyordu. Başta makineli tüfek gibi konuşan, dört dörtlük oyunculuğu, çok başarılı beden dili, sahneye girdiği an geçirmeye başladığı yoksunluk kriziyle müthiş Hakan Kurtaş olmak üzere, oyunun birbirinden destek alan, birbirini tamamlayan dört oyuncusu, her sazın değerinin aynı olduğu, herhangi birinin en ufak aksamasının müziğin tümünü berbat edebileceği oda müziğinin dört müzik aleti gibi olağanüstü bir ekip oyunu sergiliyordu.
***
Toy İstanbul’da Robert Askins’in inanç ve ahlak kavramlarının kırılgan yapısını sorgulayan karanlık traji-komedisi ‘Hand of God / Tanrı’nın Eli’ de, çevirisini de yapmış olan Kerem Pilavcı’nın yönetmenliğinde sahnelenmişti. Günümüz Amerika’sında bazı tutucu Hıristiyan cemaatlerinde hâlâ geçerli olan, kuklalar aracıyla çocukları ve gençleri Şeytan’dan koruyarak İncil’e yöneltmek yönteminden yola çıkan oyun, ölüm, cinsel bunalım, baskı altına alınmış duygular, dinî riyakârlık, içimizde var olan kötülüğü şeytana yükleyen bireysel ikiyüzlülük gibi ciddi konuları zekice hicvediyordu. Babasının kalp kriziyle ölümü ve bilinçaltında annesini suçlaması sebebiyle bunalımda olan Jason’un, çoraptan yaparak adını Tyrone koyduğu kuklasının dertleşirken, öz benliği olan hınzır, kötücül, ağzı bozuk bilinçli bir varlığa dönüşmesiyle, talihsiz, ürkünç, ama bir o kadar komik olayların kapısı aralanıyordu. Neredeyse bir mutlu sonla bitermiş gibi gelişen ‘Tanrı’nın Eli’, kuklacısıyla birlikte sahneye çıkan Tyrone’un, kabahatini şeytanlarının üzerlerine aktararak sayısız masum insanı katleden izleyicileri suçlamasıyla sona eriyordu. Bu çok başarılı bir kara komedinin çok etkileyici sahnelemesinde Barış Gönenen, müthiş nüanslı yorumuyla tek bir bedende hem Jason’u hem Tyrone’u ayrıştırarak var ediyordu.
***
Günlerce süren yağışın ardından, Galler'in Merthyr Vale kömür havzasından çıkartılarak Aberfan Köyü yanındaki Mynydd Merthyr tepesine yığılmış olan maden atığı toprak ve şist, 21 Ekim 1966 sabahı kayarak heyelana dönüşmüş, aralarında köyün ilkokulundaki 116 çocukla beş öğretmen de olan 144 kişi ölmüştü.
Galler kökenli İngiliz yazar, besteci ve yapımcı Neil Anthony Docking, Aberfan Faciası ile ilgili bir oyun yazmaya karar verdiğinde yaşanmış ilginç bir olayla karşılaşmış, çocuklarını yitirmiş birkaç annenin haftada bir, konuşmak, acılarını paylaşmak, belki de birlikte ağlamak amacıyla bir otel odasında buluşmaya başladıklarını ve toplantıların birinde kendilerini iyice salmış olduklarını fark ettiklerinde, kozmetik şirketi Revlon’dan, onlara güzelleşme önerileri verecek bir temsilciyi gizlice göndermesini istediklerini öğrenmişti.
Bu toplantılarda neler yaşanabildiği düşüncesi, Docking’in, ‘Waterproof’ adıyla Craft Kadıköy’de sahnelenen ‘The Revlon Girl’ oyununun esin kaynağı olmuş. Yönetmen Çağ Çalışkur, hiç dinmeyen acı selini seyircinin içine akıtırken, her bir kadının yaşadığı trajediyle nasıl başa çıktığını, arada gülümseten bir iki an da katarak anlatıyor ve sevgi, dayanışma ve empati duygusuyla umutlu sayılabilecek bir finale ulaşıyordu. Kayıpların acısıyla başa çıkmak üzerine müthiş sağlam metni, kadın elinden çıkma dört dörtlük sahnelemesi ve beş muhteşem kadının olağanüstü takım oyunculuğuyla ‘Waterproof’, sezonun en iyilerinden biriydi.
***
Versus Tiyatro’nun kurucularından Genel Sanat Yönetmeni Kayhan Berkin, sahneye büyük başarıyla aktardığı tek kişilik ‘Kreutzer Sonat’ ile birlikte, Harold Pinter Ödülü sahibi aktivist İngiliz yazar Anders Lustgarten’in, çağımızın en önemli iki sorununu, göçmenlik ve yoksulluğu ele alan oyunu ‘Lampedusa’yı da sahnelemişti.
İtalya’nın en güneyinde yer alan, Tunus’a sadece 150 kilometre uzaklıktaki Lampedusa Adası son yıllarda, Kuzey Afrika’daki işsizlik, yoksulluk ve kaostan kurtulmak isteyen göçmenlerin Avrupa topraklarına ilk adım attıkları yer. İtalya, sığınmacıların cesaretini kırmak amacıyla kurtarma operasyonlarını iyice azaltınca, Lampedusa’ya varmaya çalışırken batan teknelerde hayatını yitiren binlerce ceset ada etrafındaki sularda sürüklenir. ‘Lampedusa’, İtalyan Sahil Koruması için göçmen cesedi toplama işini yapmak zorunda kalan, krizdeki Avrupa’nın kurbanlarından eski balıkçı Stefano ile parası olmayanın yok sayıldığı Londra’da, firmalara geri ödenemeyen kredileri tahsil etmek için kapı kapı dolaşarak hem öğrenim masraflarını karşılamaya, hem de yardım parasında sorun yaşayan bedensel özürlü annesine destek olmaya çalışan yoksul bir borç takip görevlisi Denise’in öyküsüdür. Lustgarten, yolları hiç kesişmese, hiçbir zaman karşılaşmasalar da aynı kader(sizliğ)i paylaşan iki farklı karakterin iç içe geçmiş monologları üzerinden, sadece paranın değil, umutların da tükendiği bir Avrupa’da, yıpratıcı bir işte çalışmanın zorluklarını anlatırken, fukaralık ve çaresizlik temalarını birer kavramsal soyutlama olarak değil, somut birer gerçeklik olarak ele alıyordu. Stefano, cesetleri parmakların arasından kayan yağlı, pütürlü çöp torbalarına benzeterek ölü göçmenleri neredeyse klinik bir kesinlikle tarif ederken, Denise, 58 yaşındaki hasta annesinin yardım parasını kesmek için çalışabilirlik değerlendirilmesine tabi tutulmasının aynı derecede kan dondurucu öyküsünü anlatıyordu. Çok başarılı bir metinden yola çıkan, çok iyi sahnelenmiş ve oynanmış bir oyundu.
***
Geçen Tiyatro Festivalinde biriken’in oyun okuması olarak sahnelendiğinde izleyip hayran olduğumuz Özen Yula’nın yazdığı ‘Sahibinden Kiralık’, geçen tiyatro sezonunda, yönetmenliğini, sahne tasarımını ve videosunu biriken’in (Melis Tezkan & Okan Urun) üstlendiği bir oyun olarak karşımızda çıkıyordu. ‘Sahibinden Kiralık’, hava kararınca gizli değiş tokuşların merkezi haline gelen, kendine göre kuralları, yetkilileri, deneyimlileri ve müşterileri olan büyük kentin bir parkında geçen, arzu alışverişlerinin ikiyüzlü ahlak anlayışından kopmadan yaşandığı, göçlerin, ekonomik çıkmazının çaresiz bırakarak ‘çarka çıkmak’ zorunda bıraktığı gençlerin önce becerilmek, sonra da becermek hiyerarşisinden geçtikten sonra kendilerini pazarladığı bu parkta, altı kişinin birbirini tamamlayan hikâyelerini anlatıyordu.
Melis Tezkan ve Okan Urun, Özen Yula’nın parlak metnini, öykünün hem sinematografik, hem teatral, hem reality show yönlerini ortaya çıkaran müthiş etkileyici bir biçemde yorumluyorlardı. Öykü, kişiler arasında monolog ve diyaloglar arasında gelişirken, her sekans mikrofona konuşan farklı bir anlatıcı eşliğinde gelişiyordu. Video kullanımının desteklediği sinematografik sahnelemeye, devamlı çakan çakmakların yaktığı, herkesin içtiği görünmez sigaralar gerçek üstü, neredeyse fantastik bir boyut katıyordu. Bu fantastik tonlama, ölmüş Adnan’ın ışıklandırmanın mezara çevirdiği parkın yarı karanlığındaki olağanüstü monologunda doruğuna ulaşıyordu.
En iyilere başka bir yazıda devam etmek üzere…