Geçen mevsimin en iyileri - V

Erdoğan MİTRANİ Sanat
26 Ağustos 2020 Çarşamba

Oyunlarında çoğunlukla marjinalleştirilmiş insanların zor yaşamlarını yansıtan, tiyatro dalında iki Pulitzer Ödülü alan tek oyun yazarı aktivist, zenci Lynn Nottage’a 

2017’de ikinci Pulitzer’i kazandıran ‘Sweat / Ter’, endüstriyel yaşamlarındaki faaliyetlerin giderek azalması ve ortadan kalkması sonucu, yıllardır aynı çelik fabrikasında çalışan bir arkadaş grubunun yaşamındaki trajik değişikliklere odaklanıyordu.

Oyunun temelini, bir zamanlar çelik üretim merkeziyken, otomasyonun artması, ABD çelik ve kömür endüstrilerindeki düşüş, fabrikaların iş gücünün çok daha ucuz olduğu Meksika gibi başka ülkelere taşınması sebebiyle ülkenin en fakir kentine dönüşmüş olan Reading’de, Nottage’ın tarihçilerle, toplum kuruluşlarıyla, iş yeri sahipleriyle, sanatçılarla, politikacılara, eğitmenlere, şartlı tahliye memurlarıyla, polislere, evsizlere, uyuşturucu bağımlılarıyla, sosyal hizmet uzmanlarıyla, bahçıvanlarla yaptığı röportajlar oluşturuyordu. Tiyatro Pera’da sezonun ilk yenisi olarak, Zeynep Özden’in yönetmenliğinde seyirci karşısına çıkan Ter, belgesel altyapısının getirdiği benzersiz gerçekçiliği başarıyla kullanırken, kesinlikle didaktik olmayan, konusu ve kurgusuyla dört dörtlük bir tiyatro oyunuydu.

Özden, çok sağlam metni, özgün ve cesur estetik arayışlar içeren parlak sahnelemesiyle ilk yönetmenlik denemesi olmasına karşın usta işi bir çalışma olan oyunu ilk okuduğunda sekiz enstrümanın eşit önemde olduğu bir senfonik eser izlenimi veren Ter’i çok başarılı ve müthiş dengeli bir toplu oyunculukla sahneliyordu.

**

İlk kez 23. İstanbul Tiyatro Festivalinde sahnelenen, dramaturgisini de çeviren, tasarlayan ve yöneten Yücel Erten’in, Alman yazar Georg Büchner’in Fransız Devrimi’nden etkilenerek 1834’te kaleme aldığı ‘Hessenli Köy Postacısı’ başlıklı bildirisiyle, 1835’te yazdığı ‘Leonce ile Lena’ adlı oyunu büyük başarıyla iç içe geçirerek oluşturduğu ‘Barakalar ve Saraylar / Leonce ile Lena üzerine bir çalışma’Tiyatro Pera’nın geçen sezondaki diğer yeni oyunuydu. 

Erten’in absürdün sınırlarında dolaşan karanlık bir komedi olarak sahnelediği oyun,

sağlam dramaturgisi, benzersiz akıcılığı ve birlikteliğiyle, ve de çok başarılı oyunculuklarıyla sezonun en iyi oyunlarından biriydi.

***

Mam’Art Tiyatro ilk kez 1664'te Versailles Sarayında sahnelenen, Molière’in inancı maske gibi kullanarak içindeki şehvet ve açgözlülük dürtülerini dış dünyadan gizleyen sahte dindarlarla, onların tuzağına aptalca düşmeye yatkın burjuvaziyi eleştirdiği ‘Tartuffe, ou l'imposteur  /  Tartuffe ya da Sahtekâr’, oyununu geçen sezonda sahnelemişti.

Oyunu yöneten Feri Baycu Güler ile başarılı çevirmeni Irmak Bahçeci, yazıldığından 3,5 yüzyıl sonra bile, hâlâ müthiş güncel kalmış olan Tartuffe’de sağlam bir dramaturgi çalışması yapmışlardı. Metne çoğunlukla sadık kalan, ancak çağcıl yansımalarını öne çıkaran modern yorumlarında, bir yandan yüzyıllardır olduğu gibi, günümüzde de insanların malını, mülkünü, namusunu sömürmeye devam eden Tartuffe’lerin 21. yüzyılda cezalarını nasıl bulacakları, diğer yandan da gözü dönmüş aldatanların karşısında pek de pir-ü pak olmayan aldananların kurtarılmaya ne derecede layık oldukları gibi soruları öne çıkarmışlardı. Bu bakış açısı onları çok yerinde radikal bir karara yöneltmiş ve Tartuffe’ü, çağımıza çok daha uygun, daha gerçekçi bir finalle bitirmişlerdi. Sonuç olarak, hem klasik metne saygılı hem etkileyici güncelliğini ortaya çıkaran, üstelik tüm şarkı sözlerinin anlaşıldığı çok başarılı müzikal diksiyonuyla dört dörtlük bir müzikli uyarlamaydı.

***

AltKat Sanat Tiyatrosu’nda Müge Sautinsanlara dayatılan yanlış psikolojik tanılara dayanarak, geleneksel felsefi düşünceyi, çağdaşlıkla ilişkili sosyal ve siyasal din görüşlerini, Avrupa’nın geleneksel ahlak ve din anlayışını sert bir şekilde eleştirmiş olan Alman filozof Friedrich Nietzsche’nin felsefesinin ana yapıtı ‘Also Sprach Zarathustra / Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü, Üstinsan, Güç İstenci, Bengi Dönüş düşüncesini günümüz insanıyla bağlar kurarak deşifre eden bir sahne uyarlaması oluşturarak yönetmişti. Saut, performatif oyunculukları dans tiyatrosuyla iç içe geçirerek, oyunculara müziğe kendi vurmalıları ve bedenleriyle eşlik ettirerek, sahnelemesine bale ve şarkı katarak, Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü giderek Zerdüşt’in söyleminin de oyunun müziğinin bir elemanına dönüştüğü, neredeyse tüm sahne sanatlarının başarıyla birleştiği, bir görsel işitsel  şölene dönüştürerek Nietzsche’nin edebi ve felsefi metnine olağanüstü çağcıl teatral bir karşılık getiriyordu.  

***

Küçük Salon’da Emre Tandoğan’ın Mihail Bulgakov’un ‘Sobachye Serdtse / Köpek Kalbi’ adlı kısa romanından esinlenerek uyarlayıp yeniden yazıp yönettiği aynı adlı oyun, topluluğun mekânının dışına da çıkan ilk çalışmasıydı. Sovyet sistemindeki tutarsızlıkların köpek zekâ düzeyinde bir insanı önemli bir konuma getirebileceğini gösteren metni uyarlarken, öykünün ana hatlarına sadık kalan Emre Tandoğan, başarılı dramaturgisiyle oyunu dört karakter üzerinde toparlamıştı. Tandoğan’ın hareket düzenini de tasarladığı bu çok iyi sahnelenmiş, oynanmış müthiş başarılı çalışmada dörtlünün takım oyunculuğu gerçekten de çok başarılıydı. Köpek Şarik / Şarikov’u canlandıran Ufuk Fakıoğlu hem müthiş etkileyici beden kullanımı hem de köpekle insanı ustaca ayrıştırmasıyla ayrı bir tebrik hak ediyordu. Tandoğan’ın Peter Brook’un minimum elemanla maksimum efekt anlayışını anımsatan bir kırmızı halı ve şeffaf bir metal tekerlekle var ettiği dünya, dekor tasarımı dersi olarak okutulabilir düzeydeydi.

***

İspanyol yazar ve şair Alejandro Casona'nın (1937-1965) 1949’da yazdığı, ülkemizde daha önce birkaç kez sahnelenmiş dramatik komedisi ‘Ağaçlar Ayakta Ölür’ yılın ilk günlerinden itibarenTiyatrokare’de, Nedim Saban’ın çevirisi ve yönetmenliğinde sahnelenmişti. Saban oyunu yeniden çevirdikten sonra, anlatının omurgasını oluşturan mektup olayının günümüzde geçersiz olduğu savıyla, zamansal olarak mektupla haberleşmenin doğal olduğu 1980’lere getirmişti. Yazılışından 70 yıl sonra izlendiğinde, iyice eskimiş olan metni iyice ayıklanarak aşırı dokunaklı ve teatral temalarından bir miktar arındırılsa da Ağaçlar Ayakta Ölür’ün biraz ‘demode’ bir tadı vardı. Esas büyük artısı ise, başrolü üstlenen kadın oyuncuya unutulmaz bir performans gerçekleştirme fırsatı yaratmasıydı.

Bu kez 15 yıldır torununu bekleyen büyükanneyi Nevra Serezli canlandırıyordu. Bunu kendisine kırk yıl önce de söylemişliğim vardır, Nevra büyük oyuncudur. Büyüklüğü de, büyük oynamamasından gelir. Bırakın kendi kuşağındaki kimi oyuncu gibi rol kesmeyi, Nevra sahnede ‘oyunculuk’ yaptığını hiçbir zaman hissettirmez. O tanıdığınız, sevdiğiniz arkadaşınız sahneye adım atar atmaz yok olur, oyun bitene dek metindeki karaktere dönüşür, onu fiilen yaşar. Ağaçlar Ayakta Ölür’de de aynen öyle olmuştu. Nevra, büyükanneyi tiyatroda ve sinemada oynamış olan kimi ünlü oyuncunun melodramatik öğeleri öne çıkararak izleyicileri duygularından yakalayan kolaycı ama ‘ağlak’ yorumdan olabildiğince uzak durarak karakterine zor yoldan ulaşmayı yeğlemişti. Tüm aşırılıklardan arındırılmış, yalın, sade, her türlü yapay duygusallıktan kaçınan gerçekçiliği ve doğallığıyla izleyicinin gönlünün en derinine ulaşabilen bu iç burkucu yorum, üst düzey bir tiyatro dersi niteliğindeydi... 

 

Geçen sezonun en iyi oyunlarını anımsama yolculuğumuz sona eriyor. Gelecek ay fiziksel olarak izlenebilen oyunların izlenimlerini sizlerle paylaşabilmek umuduyla sağlıcakla kalın.