Heybeliada’da bir hayalet yapı: ÇAM LİMANI SANATORYUMU

Bu yapı Heybeliada için bir sanatoryumdan fazlasını ifade ediyor.

Rubi ASA Sanat
16 Eylül 2020 Çarşamba

Çocukluk yıllarımın Heybeliada’sının esrarengiz köşelerinden biriydi.

Oraya yaklaşılmaz, yaklaşılsa da Çam Limanı koyundan öteye gidilmezdi. Hele hele karadan asla ulaşılmamalıydı.

Orası verem hastalarının terapi merkezi, rehabilitasyon alanıydı. Yaklaşırsak bulaşacak, biz de hastalanacaktık.

Bu endişeli ve karmaşık duyguların ışığında, uzaktan gözlemlediğim ve yarı korku ve şiddetli bir merakla ulaşmayı düşlediğim bir mekândı.

Yıllar geçtikçe kıçtan takma küçük motorumla denizin kıyısından eteklerine kadar yaklaştığım zaman; tepesinde bütünleştiği ve koyun girişinde bir ileri karakol haşmetiyle duran, ada siluetinde adeta hayalet bir yapıydı benim için. Yaklaştıkça çamlar arasında yükselen bembeyaz yapının uzayan teraslarında, tek tük çizgili pijamalarıyla taze havayı ciğerlerine çeken, avurtları çökmüş adamlar görür, korkuyla irkilir, motorumu Çam Limanı koyuna geri çevirirdim.

Bu çocukluk algım yıllar sonra mimar olup çevremdeki yapıları gerek tasarım kültürü, gerek doğal çevre içindeki varlık özellikleriyle incelediğimde farklılaştı.

Artık yapıları tasarım aracı olarak amaç ve ilkelerine uygunluğu, çevresiyle uyumu ve amaçladığı misyonun günümüze ne kadar etki ederek kaldığını gözlemler oldum.

Ve artık biliyorum ki bu yapı Heybeliada için bir sanatoryumdan fazlasını ifade ediyor. Zira yapı bugüne değin sadece mimarisi ve tarihçesi ile değil, tasarımının ada oranları ve siluetindeki mükemmeliyetiyle bütünleşmiş özelliğinden de kaynaklanıyor. 

Aynen Sarayburnu’nda Ayasofya ve Topkapı Sarayı silueti, Galata’da kulesiyle ve orantısıyla ilgilidir.

KURULUŞU VE GELİŞİMİ

Cumhuriyet döneminin en korkutucu ve tedavisi o zamana kadar kesin bilinmeyen pandemilerinden biri olan veremle mücadele edilirken, müzmin hastalığı olanlar için uygun iklim koşullarındaki bölgelerde sanatoryumlar açılması kararlaştırılmıştı.

İstanbul Heybeliada’da, Çam Limanının çevresindeki, dik yamaçlardan denize bakan, çam ağaçlarının çevrelediği, temiz havalı Yeşilburun bölgesinde Heybeliada Sanatoryumunun açılışı 1 Kasım 1924 tarihinde gerçekleşti.

Aslında oraya bir sanatoryum yapma girişimi 1907 yılında Sultan Abdülhamid tarafından düşünülmüştü. Çünkü bu bölgenin verem hastaları için en yararlı tedavilerin uygulanabileceği iklim koşullarına sahip olduğu 1500’lü yıllardan beri biliniyordu. 1924 yılında hasta kabulüne başlayan sanatoryumun bünyesindeki binalar yıllar içinde genişletilerek yeni yapılar eklendi. 1939 yılına gelindiğinde yatak sayısı 370’e çıktı. 1945 yılında da Değirmentepe mevkiinde yeni bir pavyon yapılmasıyla mevcut yatak kapasitesine 232 yatak daha kazandırılmış oldu.

Tüm bu yapılara ek olarak 1954 yılında ilave bir rehabilitasyon merkezi ve bir hemşire okulu faaliyete geçirildi. Rehabilitasyon merkezinde hastalara ayakkabıcılık, çorapçılık, fotoğrafçılık gibi kurslar verilip, onlara çeşitli alanlarda beceriler kazandırılıp taburcu olduktan sonra da kendilerine yardımcı olacak bir meslek edinmelerine olanak sağlanıyordu. Sanatoryumun kuruluşunun 50. yılında yapılan bir araştırmaya göre, kurslara katılan yaklaşık bin kişinin yarısı meslek ve iş sahibi olmuştu.

1951 yılında da, Dr. Siyami Ersek’in Heybeliada Sanatoryumunda görev almaya başlamasıyla, o güne değin gelişen hastaneler içinde ilk göğüs cerrahisi merkezlerinden biri haline geldi. Bu sebeple, veremle savaş alanında bir araştırma hastanesi olarak kabul edilen bu sanatoryum, İsmet İnönü, Rıfat Ilgaz, Ece Ayhan gibi isimlere de şifa verdi. 

KAÇINILMAZ SONA DOĞRU

1980 sonrası sağlık politikalarında değişimler yaşandı. Tüberkülozun artık devlet bakım desteğine ihtiyaç duyulmadan tedavi edilmesi gerekiyordu. Bu da Sanatoryumun kendi imkânlarıyla ayakta kalamayacağının sonucunu doğurdu.

Bu durumda yeni sisteme uyum sağlayamayan hastane maddi sıkıntı çekmeye başladı.

1999 depreminde can kaybı olmasa da binada meydana gelen hasarlar nedeniyle hastalar bahçelere taşındı ve geçici bir süre hasta bakımları bahçede yapıldı. 

Ve sonuçta beklenen oldu; Sağlık Bakanlığı’nın 2005 tarihinde onayladığı bir kararla, Heybeliada Sanatoryumu kapılarını kapattı

Hastaları Süreyyapaşa Göğüs Kalp ve Damar Hastalıkları Araştırma Hastanesine nakledildi. Kapatıldığı tarihte 100 kadar doktor ve hemşire, 250 personeli ve 660 yatak kapasitesi olan bu emektar, Türkiye Cumhuriyetinin ilk sanatoryumu, böylece tarihe gömülmüş oldu. 

Bugün, 15 yıl önce kaderine terk edilen Heybeliada’daki tarihi sanatoryum binasının Diyanet Vakfına devredileceği yönünde iddialar tartışılıyor. Oysa günümüzde ne yazık bir başka salgın, 

COVID-19 yaşanıyor. Şiddetle, geçmişinde hastane amaçlı kullanılan yapılara ihtiyaç duyuluyor.

Fakat birçok örnekte yaşandığı gibi, muhtemeldir ki, 1/5000 ölçekli Koruma Amaçlı Adalar Nazım İmar Planında, Sanatoryum Sit Alanında kalan “mevcut yapıların mevcut fonksiyonu dışında sadece sağlık eğitimine hizmet edecek birimler yer alabilmeli” şartının tartışılması sonucunda fonksiyon değişikliği talebinin baskın etkisiyle değişim sağlanacaktır.

Diyanet İşleri Başkanlığı bu talebinde, İstanbul’da yeterli kapasitede bir diyanet eğitim merkezinin bulunmadığını, bu nedenle Heybeliada’da 200 dönümlük alanda bir eğitim merkezi kurmak için girişimlerde bulunduklarını söylemişti.

Bu konuda son söz yine de Koruma Kurulunda olsa da, belki de bir tarih yok olacak ve sanatoryumdan geriye tek bir anı dahi kalmayacak. Ya da korunup kültürel ve tarihsel mirasa uygun hikâyesiyle gelecek kuşaklara aktarılabilecek.

‘Kelebeğin Rüyası’ filminde yaşatılmaya çalışılan ve tarihin tozlu satırları arasından çıkan unutulmayacak bir ‘Aşk Hikayesi’ gibi.