Netflix tarafından yayınlanan Social Dilemma (Sosyal İkilem) belgeseli yayınlandığı her ülkede büyük ilgi topladı. Film Silikon Vadisi’nin önde gelen şirketlerinden Google, YouTube, Facebook, Instagram, ve Twitter’in eski çalışanlarının söylemlerini içeriyor.
Social Dilemma’ belgeselinde Facebook’un ortaya çıkışında görev almış, gelir kazandırma yöneticiliğini yapmış, Facebook’ta “Like”ın ve YouTube öneri platformunun gelişmesinde kilit mevkilerde bulunmuş kişiler eski çalışmalarını kınıyor ve teknolojinin topluma negatif etkisini eleştiriyorlar. Film bu aktivistlerin düşünceleri doğrultusunda hazırlanmış olup önemli mesajlar barındırıyor… “Social Dilemma”, sosyal medyanın "insanlığın en büyük varoluşsal tehdidini" oluşturduğunu öne sürüyor.
Belgeselde öne çıkan karakterlerden ve Google’ın tasarım etiği görevlisi ve eski çalışanlarından, “Center for Humane Technology” nin eş kurucusu ve başkanı Tristan Harris’in şu gözlemi son derece önemli: “Tarihte daha önce hiçbir zaman 50 tasarımcı iki milyar insanı etkileyecek kararlar almamıştı.”
‘Teknolojinin vicdanı’ diye de adlandırılan Harris’in bu görüşlerini bir sunum ile tüm Google çalışanlarına göndermesi sonucu, doğal olarak benzer düşüncelere sahip teknik ekip arasında bir çalkantı oluşuyor, hatta sunum Google’ın kurucularından, bir dönem CEO’luğunu da yapmış olan Larry Page’e de ulaşıyor. Ne var ki, kısa bir süre içinde gündeme oturan bu konu, günler içerisinde, iş yoğunluğu nedeniyle unutulup gidiyor, herkes kendi işine dönüyor. Bu nedenle, Harris sosyal medyaya yönelik etik kaygıları sonucu, işini terk edip, durumla mücadele amacıyla bir Sivil Toplum Kuruluşu (STK) kuruyor.
Belgeselde şu ifade oldukça kayda değer: “Ürüne para ödemiyorsanız, ürün sizsiniz.” Farklı bir anlatımla bizler bu sosyal ağlardan hiçbir bedel ödemeden yararlanabiliyor, örneğin geçmişte çok ağır faturalar ödeyerek gerçekleştirdiğimiz ülkeler arası telefon görüşmelerini hiçbir bedel ödemeksizin, hatta görüntülü gerçekleştirebiliyorsak bizim üzerimizden para kazanıldığını bilin!...
Bu yüzden Facebook, Twitter, Instagram, Youtube, Tiktok, Google gibi şirketlerin iş modeli bizleri ekranda daha fazla tutmaya dayalı. Bu firmalar reklam verenlere ‘kesinlik’ satıyorlar. Bu nedenle öngörü analizlerinin doğru çalışması gerekiyor. Bu da büyük verilerin edinimini gerektiriyor. Bizleri, ekran başında daha fazla tutup, tüm aksiyonlarımızı inceleme çabası da bundan kaynaklanıyor. Teknoloji şirketlerinin üç ana hedefi şu şekilde belirtiliyor: Kullanımınızı arttırmak, büyüme hedefi için arkadaşlarımızı platforma dâhil etmemizi sağlamak ve reklamlarla para kazanmak.
Edward Tufte’nin şu alıntısı da sosyal medya bağımlılığına yönelik içerdiği metafor açısından oldukça önemli: “Müşterilerine kullanıcı diyen sadece iki sektör var: Yasa dışı uyuşturucu ve yazılım…”
Sosyal medyanın özellikle genç kuşaklara yönelik en büyük olumsuz etkisi, “hayatı mükemmeliyet algısı üzerine kurma dürtüsü”. Kısa süreli etkileşimlerle, beğenilerle (like) ödüllendiriliyoruz. Sonra bunu gerçeklere bağdaştırıyoruz. Ama aslında sadece kısa süren, sahte ve kırılgan bir popülarite sağlanmış oluyor. Koca bir nesil daha kaygılı, daha kırılgan, daha depresif yetişiyor.
Facebook’ta ‘like’ düğmesinin mucidi Justin Rosenstein şöyle diyor: “Beğen düğmesine basılınca daha çok sevgi yaymayı düşündüm. Gençlerin beğenilmeyince depresyona gireceğini veya siyasi kutuplaşmaya yol açabileceğini hiç düşünmedim.”
Dünyada hızla yayılan sadece Covid-19 değil, internette virüs ile ilgili yanlış bilgi akışı da hızla yayılıyor. Covid-19 ile ilgili yayınlanan yalan/yanlış bilgi 55 milyon tıklama almış. Twitter’da yalan haberler, gerçeklerden 6 kat hızlı yayılıyor. Bu nedenle de sosyal ağlarda yanlış bilgiye eğilimli bir sistem kurulmuş durumda.
Söylenti bombardımanı var, Rusya ve Çin’in komplo teorileri yaydığını görüyoruz. Bol su içerek Covid-19’u vücudumuzdan atacağımız fikri sosyal medyada dolaşan efsanelerden sadece biri…
Bu olayı kimine göre ABD, kimine göre Çin planladı ve ülkelerin vereceği tepkilerin simülasyonu yapıldı. Bir şeylerin döndüğü belli… Hükümet Korona virüsü bahane edip insanları evlerine kapatıyor.
İnsanları öldüren pandemi değil, G 5 dalgalarının yol açtığı bir virüs. insanlar baz istasyonlarını patlatıyorlar. Gerçek ne ise kimse bilmiyor. Gerçekler sıkıcı ve insanların ilgisini çekmiyor, bu nedenle, kar amaçlı dezenformasyona dayalı iş modelleri her geçen gün yaygınlaşıyor.
Hiç kimsenin hükümetlere inanmadığı, gerçeği bilmediği bir dünya düzeni… Demokrasiler saldırıya uğruyor, devamlı kan kaybediyor. Dünyada kaos ve iki tarafın birbirini dinlemediği bir bölünme yaratılıyor.
Ne var ki her şey tek taraflı değil, belgeselden “teknoloji dünyayı mahvediyor” türünde bir çıkarımda bulunmamak gerekiyor. Mesela telefonumuzda bir tıklama ile 30 saniyede istediğimiz yere bizi götürecek araç ayağımızın altında. Hem ütopya, hem distopya (otoriter, baskıcı bir sistem)…
Sonuçta, teknolojinin her geçen gün daha da hayatımıza girdiğini, Korona süreci ile birlikte her kesimin teknolojiye daha da yakınlaştığını, yaşantımızın bir parçası haline geldiği bu dönemde, teknolojilerin sosyal ve toplumsal etkilerini gerçekten ciddi bir bi çimde ele almakta yarar var.
“Teknoloji melek de olabilir, şeytan da”. Bu seçimi doğru yapmak bizlerin elinde…
-------------------
Kaynaklar: