Yahudi geçmişinin derinliklerinden bugünlere canlı kalan önemli yapıtaşları vardır. Bunlardan biri, içinde yaşanılan geniş toplumunkilerden etkilenmiş, aynı zamanda onlarınkileri de etkilemiş ‘gelenekler’ ise, diğeri, ironik olarak, aynı geniş toplumlardan kaynak bulan ‘kalıplaşmış’ antisemitizmdir, hiç şüphesiz.
Ortaçağ’a damgasını vuran bağnaz Kilise antisemitizminden, Aydınlanma Çağında filizlenmeye başlayacak ırk temelli antisemitizme, tarih boyunca Yahudi halkının ayak izlerini takip eden bu virüsün davranışı, başyapıt Holokost dahil olmak üzere, hep aynı aşamaları yaşatacaktır.
Önce ekonomik ve sosyal boykotlar, sonrasında kısıtlamalar, bunların yasalaşması, yaptırımlar, ekonomik gasp ve değerlerin yok edilmesi, kovulma safhası, pogromlar, katliamlar, soykırım…
Benzer trendi, I. Dünya Savaşı sonrasından itibaren, Arapça konuşulan coğrafyada da görmek olası: Zaman aralıkları değişiklik arz etmekle beraber, savaş sonrası Paris Barış Anlaşmaları serisi ile şekillenecek Ortadoğu’da, Suriye, Irak, Mısır’da, Fransız etkisi altındaki Mağrip ülkelerinde, İtalyan etkisi altındaki Libya’da, 1947 öncesi ve sonrası değişiklikler arz edecekse bile Britanya etkisi altındaki Filistin’de…
1948’de İsrail’in kuruluşu ve hemen sonrasındaki savaşla girilen dönemeçte Arap Yahudileri, İsrail’in ‘suç ortakları’ olarak görülmüş, 1947 taksim planının BM Genel Kurulunda kabulü ile başlayan süreçle artan Arap milliyetçiliğinin daimi hedefi olmuşlardır. Oysa bilinen odur ki, Arap Yahudileri, Avrupa’da yeşeren Siyonist fikirlerin tamamen dışında, yaşamlarını, yüzyıllardır süregelen geleneksel çerçeve içinde sürdürmekteydi. Ortada, onları doğrudan ilgilendiren, kovulmalarına varacak süreci doğrudan etkileyecek bir ‘suç’ yoktu. En azından kendileri bunu böyle görüyorlardı.
Tarihçi Georges Bensoussan’a göre, özellikle Osmanlı’nın çöküşü ile zımni statülerinden çıkan bölge Yahudileri, o tarihe kadar kendilerine dayatılan ayırımcı / himayeci kimliklerinden arınıp, aydınlanma yoluna girmeyi arzu etmekteydi... İçinde yaşadıkları toplumla eşit haklara sahip olmayı, sosyal alanda kendilerine uygulanan kısıtlamaların kalkmasını umuyorlar, ancak bir türlü elde edemiyorlardı.
Bu anlamda Arap ülkelerinin Fransa ve Britanya tarafından sömürgeleştirilmesi, burada yaşayan Yahudilere, Avrupa’dakine benzer bir emansipe olma fırsatı vermişti… Bu durumun Araplar üzerindeki etkisi son derece olumsuzdu: Gelişmeleri, Filistin Manda idaresi altında yaşanan “Ortadoğu’nun Yahudileştirilmesi” girişiminin uzantısı şeklinde yorumlar olmuşlardı. Arada, Almanya’da Nasyonal Sosyalizmin Yahudi düşmanı ırkçı görüşlerinin Arap ülkelerindeki bazı kanaat önderleri tarafından benimsenmesini de ayrıca not etmek gerekir.
Bunlar, henüz Arap – İsrail çatışmalarının başlamasından çok önce, Arap ülkelerinde yüzyıllardır süregelen bir birlikteliğin çözülmeye başlamasında rol oynayan etkenlerdi. Nitekim Arap ülkelerinde Yahudilerin, ulusun bir parçası olma durumları giderek zemin kaybeder olmuştu. Dolayısıyla, tarihçi Bensoussan’ın, Arap coğrafyasından Yahudi göçünün, en azından kültürel anlamda, 1945’ten daha önce başladığını iddia etmesi çok da yanlış olmasa gerek. Bu anlamda, salt Filistin’de yaşananları, Yahudilerin kovuluşunda bir sebep – sonuç ilişkisi içinde değerlendirmemek gerekir.
Yahudi – Arap ya da 1948’ten bu yana yaşandığı şekli ile İsrail – Filistin çatışmaları günümüzde kamuoyunu en çok meşgul eden konuların başında geliyor. Daha doğru bir deyişle, devletler topluluğunun Yakın Doğu ile ilgili tasarruflarında masaya ilk sürdükleri kartlardan biri… Yüz yılı aşkın bir süredir bu böyle ve getirisi yüksek bir başlık olduğu için de, muhtemelen uzun bir süre daha böyle kalacak.
Konuya bu açıdan bakacak olursak, 1947 taksim kararı ile ortaya çıkan Filistin’deki toprak sorunu ya da buradaki Arapların önemli bir kısmının, İsrail Devleti’nin kurulması ile mülteci konumuna düşmüş olması, görmezden gelinmemesi gereken bir konu. Benzer şekilde, İsrail Devletinin kurulması sonrasında, Arap ülkelerindeki Yahudilerin de, Filistinli Araplardan değişik bir şey yaşamadıklarını teslim etmek gerekir: Yüzyıllardır yaşadıkları topraklarda eziyet görmüşler, varlıklarını yitirmişler, kovulmuşlardır.
Ancak, Arap ülkelerindeki Yahudilerin yazgısı ile Filistinli Arapların yazgısı arasında önemli bir fark vardır. Yahudilerin kurdukları bir devlet kimliği ile İsrail, zor durumda olan diğer Yahudilere kucak açmış, onların mülteci durumuna düşmelerine engel olmuştur. Zora düşen toplumları, insani operasyonlarla ülkelerine kazandırmış, tüm olanaksızlıklarına rağmen, onların bir potada yoğrulmalarına zemin hazırlamıştır.
Oysa Arap Devletleri, Filistinli kardeşlerine bu kolaylığı sağlamak şöyle dursun, onların mülteci konumlarının devamı için adeta politikalar geliştirmişler, umutsuzluğun, çaresizliğin kucağına itmişler, yeni nesillerin iflah olmaz Yahudi düşmanı olarak yetişmelerine neden olmuşlardır. ’67 Savaşı sonrasında Mısır’ın Gazze’yi aklından silmesi ve ülkesine vatandaşlık bağı ile bağlı olan bölge insanlarına sırtını dönmesi; Başkan Sedat ile Başbakan Begin arasında imzalanan Mısır – İsrail barış anlaşmasında, neredeyse bomboş Sina Yarımadasının devrinin maddelerden biri olarak masaya yatırılmış olmasına rağmen, Gazze’nin Mısır tarafından pazarlık konusu edilmemiş olması, bu anlamda not edilmesi gereken noktalardır. Keza, Ürdün’ün 1970 Eylülünde, kendilerini Filistin davasına adadıklarını iddia eden paramiliter grupları, iç savaşa neden olabilecek eylemleri yüzünden ülkeden kovması da benzer şekilde unutulmamalıdır.
Barışa doğru atılan her adımın, pazarlık aşamasında eriyip gitmesi, durumun devamından nemalananların olduğu şeklinde yorumlansa da, bazı konular hassasiyet arz etmekte ve sorunun çözümünü zora sokmaktadır. Kudüs’ün statüsünden, yerleşimler konusuna, Filistinli Arapların topraklarına geri dönüş ve tazminat taleplerine, İsrail’in güvenliğine uzanan bir dizi karmaşık başlık söz konusudur.
Bu aşamada sormak gerekir: Topraklarına geri dönüş ve tazminat hakkı yalnızca Filistinli Araplar için mi geçerlidir? Arap ülkelerinden kovulan Yahudilerin benzer talepleri için ne düşünmek gerekir?
Elbette ki burada amaç bu sorulara bu sütunların dar çerçevesinde yanıt bulmak değil. Amaç madalyonun çift taraflı olduğunun altını çizmek. Başlangıcından bu yana Filistin meselesinin gelişimini uzaktan takip etmiş Fas, Cezayir, Tunus’un Yahudilerine ne oldu? Libya Yahudilerine, Mısır Yahudilerine, Suriye, Lübnan, Irak Yahudilerine? Yemen Yahudilerine? Geçtiğimiz yüzyıl başında neredeyse milyona yaklaşan nüfusları ile heyecan verici bir yaşama sahip Arap Yahudilerinin bugünkü sayısı nedir acaba? Arkalarında bırakıp gitmek zorunda kaldıkları maddi servet ne kadardır? Ya terk edilen kültürel servet hakkında ne demeli?
İrdelemeye devam edeceğiz!