Raşel Meseri ve ‘Kırık Şehir’

Bir taht inşa etmiş ölüm, uzak batıda yalnız bir şehirde…” (Edgar Allan Poe)

TUNA SAYLAĞ Sanat
7 Ekim 2020 Çarşamba

Belgesel sinemacı, yazar Raşel Meseri’nin ustalıklı bir dil ve sürükleyici bir kurguyla kaleme aldığı son romanı ‘Kırık Şehir’, Alfa Yayınlarından çıktı. Kaotik bir günde, bağrında yaşananları artık kaldıramayan devasa bir şehirde şekillenen olay örgüsü, odağına aldığı kadın cinayetlerini ve adaletsizliği isyankâr bir ruhla anlatıyor.

‘Kırık Şehir’, mahkûm olduğumuzu zannettiğimiz düzene eleştiri getiren, adeta “Yeter artık” diyen bir roman; kitabı hangi duyarlılıklardan ve yaşanmışlıklardan yola çıkarak yazdın?

Ülkemizde siyasi ve toplumsal gündem çok hızlı değişiyor. Birçoğumuzun hayatını ilgilendiren ve etkileyen bir konu sabahtan geceye sönebiliyor, unutulmasa bile, üstüne konuşulmaz olabiliyor. Gün içine en az onun kadar önemli başka birçok olay/sorun daha girmiş oluyor çünkü. İçimiz karışık, kafamız ise neyi takip edeceğimizi bilemez hale geliyor. Kimi dönemlerde gündemin kaosu iyice artıyor ve neye nasıl tepki vereceğinizi şaşırıyorsunuz. İçinde yer aldığımız dijital dünyanın olanaklarıyla haberlerin yayılma hızını da göz önünde bulundurmak gerek. Bizim gibi ülkelerin bitmez tükenmez gündemleri ise fazladan bir devinim sergiliyor muhtemelen. Ne var ki, baş döndürücü bir hızda kamuoyunun önüne düşen bu gündem kalabalığına rağmen kimi sorunlar hiç değişmiyor. Onlar ne yazık ki her daim görünür. Sadece can yakıcılığı ile değil, ona karşı gösterilen direnişle de görünür kalan konulardan biri de kadına yönelik hep var olan, süreklileşen, pervasızlaşan ve vahşete varan şiddet. Erkek egemen toplumun ürettiği şiddetin yanı sıra süregiden ve onu meşrulaştıran bir diğer kronik konu ise elbette adalet ve hukuk sisteminin birçok kesim için güven verici, koruyucu olmaktan çokça uzaklaşmış olması. Sanıyorum ki, kitap böyle bir toplumsal bağlam ve tüm bunların yarattığı kişisel öfke içinde belirdi. Bu dünyayı tersine çevirme hayalinin bir ürünü belki. 

Kadına, çocuğa, hayvana… Her gün yeni bir şiddet sarmalıyla sarsılıyoruz; sence Türkiye’de kadın olmak ne demek?

Türkiye’de kadın olmak bir yandan çok zor, bir yandan da gurur verici aslında. Zorluğu, giderek muhafazakârlaşan iklim içinde (zaten hiçbir zaman özgürlükçü bir iklim de olmadı) kadınlara yönelik baskı ve şiddetin sistematik olarak artması, bunaltıcı derecede her yanımızı sarmış olması. Ama diğer yandan günümüzde en güçlü, diretken ve cesur muhalefet de kadınlar tarafından veriliyor, işte bu gurur verici. Örnek olarak geçtiğimiz haftalarda 6284 numaralı İstanbul Sözleşmesi yasasının yürürlükten kaldırılmaması için kadınların verdiği cansiperane mücadeleyi hatırlayabiliriz!

Kitaptaki betimlemelerin ve metaforlarının edebi değeri olduğu kadar kurguya katkısı da müthiş! Şiirsel bir tasvir dilin var, üslubun sinemacılığının altını kalın hatlarla çiziyor. Kitabı, sahneleri incelikli çekilmiş bir film seyreder gibi okudum. Bu ayrıntılı anlatım dilini neye borçlusun?

Söylediklerin mutlu edici, teşekkür ederim. Dilin imkânlarına canlı bir görsellik katarak katkıda bulunmayı önemsiyorum. Sinema eğitimi almış olmanın, sıkı bir sinefil olmanın etkisi olabilir bunda. Kırık bir şehri anlatırken, onun nerelerden nasıl kırıldığını anlatabilmek, kırıkların nasıl battığını hissettirebilmek için böyle imgelere gerek vardı belki de, bu imgeler bana kendilerini dayattılar da diyebilirim. 

Gece ve tekinsizlik sana neler ifade ediyor?

Yıllar önce, bir fotoğraf serisine başlamıştım, Tekinsiz Geceler adında. Instagram’da uzun süre sadece bu temayı sürdürdüm. Önce sadece evden, balkondan dışarıyı gözleyerek çekiyordum, sonra sokağa indim ve çekimlere sokakta devam ettim. Karanlık, gölgeler, ne olduğu belli olmayan titrek görüntüler… Tekinsizlik, bilineni çağrıştıran fakat tam olarak o olmayan bir imgenin yarattığı duyguysa, onu yakalamaya çalışıyordum. Bu gözle bakınca onu bulmak çok da zor olmuyor alsında. Tekinsizlik radarımda olan bir kavram olarak bu kitabı da besliyor diyebilirim. Baskının ve şiddetin yarattığı travmalar da tekinsizlik duygusunu besliyor aslında, Kırık Şehir bu nedenle bir anlamda tekinsizlik romanı denebilir. 

Olaylar kıyamet benzeri bir tufanın hüküm sürdüğü bir günde geçiyor. Ve roman boyunca süregelen bu kasvetli hava, kaotik bir trafikte sıkışıp kalma durumu ve çözümsüzlük bende karamsar bir duygu yarattı. Okurda yaratmak istediğin his bu muydu?

Evet, çok haklısın, tam olarak bu. Kırık Şehir’in hikâyesi karanlık bir güne doğuyor; Mayıs ayında soğuk, güneşin doğmayı unuttuğu, sağanak bir yağmurun, tozu dumana katan bir rüzgârın ve sis içinde kaybolmuş bir şehrin dekorunda. Trafik kilitlenmiş, telefon ve internet sekteye uğramışken roman kahramanlarımızdan biri olan avukat kadın adliyeye yetişmeye çalışıyor. Trafikte sıkışıp kalıyor ve kendi dışındaki dünyayla kurabildiği iletişim, ara ara çalışan haberleşme ağının insafına kalıyor. Kırık Şehir, erkek egemen toplumun şiddetinin vardığı distopik noktaları kurcalayan ve adalet mevhumuna ve sistemine büyüteç tutmaya çalışan bir kitap. Bu nedenle okuru yaşadığımız bu karanlık iklimi konuşmaya davet ediyorum.

Kadın cinayetlerinin intikamını almak üzere bir araya gelen Gece Avcıları her ne kadar ütopik bir fikir olarak gözükse de olmayacak bir şey de değil. Dünyada böyle bir grubun varlığı hakkında bir bilgin var mı?

Beni etkileyen ve sinsice gülümseten bir gerçeklikten esinlendim, evet. Bildiğiniz gibi, iki yüz yıldan bu yana, hak ve özgürlükleri için kadınlar yılmaz bir mücadele içinde oldular. Çalışma koşullarının iyileştirilmesi, oy hakkı, siyasette söz sahibi olmak, bedenlerine sahip çıkma, özgür cinsel deneyim ve tercih hakkı mücadeleleri inanılmaz bir çeşitlilik ve dirayet gösterdi. Ulusal düzeydeki birliktelik ve dayanışmalar uluslararası hareketlerle güçlendi. Son yıllarda, bu baskı ve karanlık ortamda, sokakları terk etmeyenler kadınlar oldu. Beni etkileyen örneğe gelecek olursam, Hindistan cinsiyet eşitsizliğinin en keskin göründüğü ülkelerden biri. Söz konusu eşitsizlik feodal sistem, sınıfsal ayrımlar ve kast yapılanmaları sayesinde ayrıca katmerlenmekte. Kadına yönelik şiddet, ataerkilliğin hâkim olduğu aile içinden başlayarak toplumun her kesimi tarafından da uygulanmakta. Gulabi Gang adında bir hareket, 2006 yılında, Sampat Pal Devi tarafından, Hindistan’ın kuzeyinde ortaya çıkmış. Şiddete uğrayan kadınların korunmasını ve sistemin koruması altında olan erkeklerin cezalandırılmasını amaçlayan; aynı zamanda da yoksulluk sınırı altındaki insanlara tahıl dağıtımının adaletli bir şekilde yapılmasını hedefleyen bir kadın örgütü. Eylemleri arasında efsane sayılacak örnekler bol; tahılları dağıtmayıp deposunda tutan memurun ofisini basıp traktörlerle onların dağıtımını yapmaktan tutun, nüfus kâğıdı olmadığı için yaşlılık maaşı alamayanlara ödeme yapmaya, karısına şiddet uygulayan erkeği koruyan polislerin olduğu karakolu basarak onları dövmeye, kesilen elektrikleri rüşvet almadan açmayı reddeden görevlileri zorlayarak elektriğin açılmasını sağlamaya varan eylemleriyle gündelik adaletsizliklere karşı çıkan bir grup kadın onlar. Kendilerini ‘adalet dağıtan çete’ olarak tanımlayan Gulabi Gang, zor durumda olan kadınlara el uzatırken başka gündelik konulara da el atmaktan çekinmiyorlar. Bu nedenle birçok kadın eylemine esin verdiler. Kitaptaki Gece Avcıları da Gulabi Gang hareketinden biraz feyz almış olabilir. Aslında esin verici birçok pratiğin karışımı belki de. Esasen sadece Gece Avcıları’nın ana kahramanlar olduğu bir çalışma içindeydim ama sonra onlar Kırık Şehir’in parçası haline geldiler. 

Seni çocuk romanları ve belgesel filmlerin ile tanıdık. ‘Kırık Şehir’, büyüklere yönelik ikinci romanın; bu alandaki tarzını nasıl oluşturdun?

Sanıyorum ki, çalışmaların çıkış noktası, motivasyonu ve konusu, tercih edilecek tarzı belirliyor. Farklı alanlarda ürün vermeyi seviyorum ve bu türler bana farklı esin kanalları açıyor. Köpekbalıklarının Kayıp Şarkıları büyüklere yönelik birinci kitabımdı. Fantastik ögelerle bezeli, absürt ve büyülü gerçekçi denebilecek bir tarzı vardı. Absürt edebiyatın lezzetli sularında çocuk, gençlik ve yetişkinleri aynı anda buluşturabilme olasılığını seviyorum. Kırık Şehir ise dis-ütopik bir roman denilebilir; ütopya ve distopya öğelerini bir araya getiriyor. Yazarken olduğu gibi okurken de vazgeçemeyeceğim bir tür.

Kimleri okumayı seviyorsun?

O kadar geniş ki bu yelpaze, hep zordur bu soru. Bir yazarı tüm kitaplarını bitirene kadar okumayı seviyorum. O zaman şimdilik son okuduğum yazarı söyleyeyim sadece; Coetzee! Tüm yaz boyunca kitaplarını elimden bırakamadım ve yarattığı karmaşık, çelişkilerle dolu dünyalara hayran kaldım. 

Fotoğraf ve resim ile de ilgileniyorsun; en son sosyal medyada oje ile boyadığın işlerini gördüm. Bu çalışmaların hakkında bilgi verir misin?

Resim yapmayı çocukluğumdan beri severim. Genel olarak akrilikle çalışıyorum. Ama iki yıldan bu yana boya malzemesi olarak oje kullanıyorum. Birkaç ana başlık içinde çalışıyorum bu resimleri: birisi ‘masala açık’ kategorisi. Yakın zamanda amacım, yaptığım oje resimlerle, belki de bir seriye dönüşecek bir çocuk kitabı hazırlamak. Bunun için de kolları sıvamış bulunmaktayım.