Nejdet Vergili… Benim için çok özel bir dost ve resim sanatının adını yeniden koyan fırça…
Çok önemli bir gün batımında, Galata Kulesinin nefis gölgesinde; taş, ahşap ve boya kokulu atölyesinde tanışmıştım onunla... Onunla sizin için bir röportaj yapmak istedim ama ben deneme yazarım, o da hiç benzemez başkalarına… Atölyesindeydik yine, ona ilk sorumu sordum ama, alışılmış bir röportaj olmadı okuyacaklarınız, her zamanki gibi sadece bize ait sahici bir sohbet oldu:
Nasıl bir yer burası Nejdet?
Atölyem; hayal ve gerçek arasındaki sınırsız coğrafyadır.
Daha ilk sorumun arkasından böyle tanımladı atölyesini, bana yazacak çok fazla da bir şey bırakmadan…
Nejdet Vergili
Resimlerin ve kendinden biraz söz eder misin?
Gerçekleri ve hayalleri harmanlarım; bazen coşkuları, sevinçleri, bazen hüzünleri boyarım. Sonsuz ve sınırsız hayal perspektifler içerisinde, izleyiciye geniş algılama alanları açarım. Renkler ve biçimlerle oynarım. Tuval yüzeyinde ‘bence” yeni bir gerçek ortaya koyarım. Kişisel olarak önemsediğim, değer bulduğum her şey veya olay, resimlerimle kendi özgür iradem ve özgün ifademle yer bulur. Bununla birlikte ressam – sanatçı olarak bulunduğum yer, günümüzün saçma sapan gerçekleri karşısında durduğum yerdir.
Sergilerinden biraz bahseder misin? Yurt dışında d sergiler yaptığını biliyorum. Okul ve işten dolayı hiçbirine gelemedik. Neyse ki buradakilerin hepsinin tadına vardık.
Uzun yıllar içerisinde gerek Türkiye’de, gerek yurt dışında çok sayıda kişisel sergi yaptım, karma sergilerde ve etkinliklerde yer aldım. Uzun süreden beri bir ayağım İtalya’da. Orada da atölyem var. Yaklaşık son on beş yıldır Floransa, Venedik, Treviso, Roma, Carrara ve Padova’da sergilerim oldu. ABD’de Miami, New York sanat fuarlarına katıldım. Almanya’da Stutgart sanat fuarı da bunlar arasında. Bu sergilerin sonuçları benim için her bakımdan çok başarılıydı.
Sanat yolculuğun ne zaman ve nasıl başladı?
Çocukluğumdan bu yana, kendimi bildim bileli çizerim ve boyarım. “Büyüyünce ressam olacağım, mimar olacağım” derdim. Çocuk halimle büyük bir ilgiyle her şeyin resmini yapardım. İlk ve ortaokul yıllarımda bu çok belirgindi. Özellikle ortaokul yıllarımda ressamların çoğunu bilirdim. 50’li, 60’lı yılların ünlü Hayat dergisinin, her sayısının orta sayfasında büyük ressamlar ansiklopedisi adıyla, her hafta bir fasikül olmak üzere sanatçıların yaşam öyküleri ve resimleri yayınlanırdı. Yanlış hatırlamıyorsam 66 veya 67 yılında yayınlanan bu fasiküller elimden düşmezdi. Leonardo’ları, Van Gogh’ları, Cezanne’ları, yani ressamların çoğunu o yaşlarda bilirdim ve onlara özenirdim. O fasikülleri hâlâ saklarım. Kısacası resme her zaman çok ilgiliydim. Mimarlığa olan eğilimim doğup büyüdüğüm kasabada, bir kısmı mübadele nedeniyle giden Rumlardan kalma çok güzel evler ve binalar sayesinde filizlendi. Sıkça ev resimleri çizerdim. Ancak tercihim resimden-heykelden yana oldu. Bununla birlikte, mezunu olduğum, eski adıyla Tatbikî Güzel Sanatlar Yüksek Okulu Resim Bölümünü, yeni adıyla Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümünü bitirdim. Mimarlık Bilgisi derslerimize çok sevdiğimiz hocamız mimar-ressam ve aynı zamanda yazar olan rahmetli Cihat Burak girerdi. Çok zarif, alçakgönüllü, yüce kalpli bir insandı. Yaptığımız ödevlerde, proje çizimlerimi ve çözümlerimi çok beğenirdi. “Sizin mimarlığa karşı büyük istidadınız var, görüyorum” derdi. Öğrencisine “siz” diye hitap eden, tam bir İstanbul beyefendisiydi.
Eserlerin Ege-Akdeniz kokuyor…
Eserlerime bu koku sinmiştir, doğru… Bunun nedenlerini çok sık dillendirmesem de büyük ölçüde aile köklerimle ilgili hikâye, bunda etkili olmuş olabilir. Hem babası hem annesi mübadele nedeniyle Yunanistan’dan Türkiye’ye gelmiş bir ailenin çocuğuyum. Selanik’ten, Kavala’dan her şeylerini geride bırakıp gemilerle yepyeni bir hayata başlamak üzere bu topraklara gelmişler. Önce Samsun Limanında gemiden indirilmişler, daha sonra Bafra’ya gönderilmişler. Tabii çok büyük zorluklar yaşamışlar. Bu, dramatik ve çileli olay, çocukluğumdan beri çok etkilemiştir beni… Suyun öte tarafında başlayan ve bu tarafında tamamlanan bir hayat. İşte ailemin bu öyküsü belki Ege-Akdeniz kokusunu da beraberinde getirmiştir. Zaten eserlerimin çoğunda en başta söylediğim coşkular, sevinçler, hüzünler, denizler ve gökyüzü işte bu nedenle öne çıkıyor. Galiba hepsinden süzülerek de özgürlük dediğimiz değerli kavramı ortaya çıkarıyor.
Sanatçı olmak sence ne demek?
Ressam-sanatçı olmak; sadece resimleriniz, heykellerinizle var olabilmek, sadece ürettiklerinizle yaşayabilmek, hayatınızı bunun üzerine kurgulamak ve maddî her türlü sıkıntıyla baş edebilmek değil, aynı zamanda eserleriniz ve çabanızla kabul görmek ve takdir edilmektir. Bu, elbette hiç kolay değil… Sanatçı olmak, risk almak ve sıra dışı olmaktır aynı zamanda ve her şeye rağmen bir ayrıcalıktır.
Önceki atölyene gelmiş, ondan çok etkilenmiştim biliyorsun…
Karaköy’de, limanda, Galata’nın eteklerinde 2000-2012 arasını geçirdiğim ve çok sevdiğim bir atölyeydi. Bir pencerem Galata Kulesine, bir pencerem Ayasofya’ya bakardı. Tam ortasındaydım İstanbul’un… Kuleden havalanan martılar, güvercinler sürekli misafirim olurdu. Atölyem de –kaderin cilvesine bak ki– ülkemizin en saygın, en önemli mimarlarından Mimar M. Vedad Tek’in 1914 yılında tasarladığı ünlü Muradiye Han içindeydi. Uzun yıllar sonra mimarlıkla olan ilişkim, çok değerli bir mimarın elinden çıkmış bir yapının içinde ressam olarak çalışırken taçlanmış oldu. Ne var ki bina el değiştirdikten sonra oradan çıkmak zorunda kaldım.
Çalışmalarını şu anda Teşvikiye’de yürütüyorsun değil mi?
Evet, Teşvikiye’deki atölyemde çalışıyorum ve yaşıyorum; ancak atölyeler fiziki olarak değişse bile aslolan zihnimizdeki atölyedir.
Böyle sonsuz bir mavide; isimsiz ama aynı zamanda herkes olabilenler var resimlerinde. Her baktığımda, tek tek hepsinde başka başka hikâyeler yazıyorum kafamda. Mesela içinde köprü olan resmin… Bana göre çoklu bir hikâye…
Köprüler, iki yakayı birbirine bağlayan yapılardır. Öteye geçmek, öteyi görmek demektir. Karşıda ne vardır, ne yoktur; merak etmek, aramak, bilmek… Mübadele hikâyesine, suyun iki yakası arasında yaşananlar sığar… Meriç’i geçmek; o geçişteki iki yakayı birbirinden ayıran, ayrıştıran ama aynı zamanda onları hem bağlayan hem de kavuşturan bir hikâyeyi yazmak ve okumak gibidir. Bunu, bir yerden bir yere gitmek zorunda kalan herkes bilir. Ayrılıklar, hüzün taşır. Ama hasretleri gideren, hayatla bir gönül ve zihin bağı kuran köprülerdir. Böyle geliyor bana…
Yoktan var etmek, sence Tanrı vergisi mi?
Bir şeyleri yapabilme ve başarma yeteneğine sahip olmak, onu iyi ve faydalı kullanabilmek kişiye özel bir durum ve elbette Tanrı vergisi… Tuvallerimde görülenler de bu zihin karmaşasından süzülenler ve bunun özetidir.
Başka soracak soru bırakmadı bana Nejdet…
“Zihin karmaşasından süzülenler”i anlayabilmek için onun resimlerine bakmak yeterli bana göre…
Teşekkürler Nejdet… Resimlerine bakmak gibi oldu seninle konuşmak… Bu teşekkür, sadece kendini anlattığın için değil, hayatı da bana tüm sanat tutkunlarına, ayrıntılarıyla yeniden düşündürdüğün için…