Türkiye İçin Tehditler ve Fırsatlar
Emre Kurt*
Son yıllarda Doğu Akdeniz havzasında ve Ortadoğu’da meydana gelen olaylar bölge dengelerini derinden etkilemiştir. Şii-Sünni geriliminin artması, nükleer enerji çalışmaları, iç savaşlar gibi olgular yeni tehdit algılarının, rekabet sahalarının, potansiyel çatışma noktalarının ve beklenmedik işbirliklerinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. İsrail, Mısır ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) yaptığı enerji keşifleriyle önemli bir konuma gelen Doğu Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge (MEB) tartışmaları da süreç içerisinde alevlenmiştir. Özellikle aktif bir MEB politikası izleyen GKRY ve Yunanistan’ın iddiaları ve eylemleri Türkiye’nin tepkisini çekmekte ve bölgede hakkaniyet ilkesine uygun bir şekilde MEB’lerin belirlenmesi gerektiğini savunmaktadır. Ayrıca Türkiye ilan ettiği MEB’lerde sismik araştırma ve sondaj faaliyetlerini de hızlandırmıştır. Fakat GKRY ve Yunanistan’ın MEB’leri olduğunu iddia ettiği bölgeler ile Türkiye’nin MEB ilan ettiği bölgelerin çakışması bölgede krizlerin de yoğunlaşmasına zemin hazırlamıştır. Öyle ki Türkiye ve Yunanistan donanma unsurlarının önemli bir bölümünü bölgeye yığmış, askeri faaliyetlerini artırmış ve kimi dönemlerde iki ülkeye ait savaş gemileri sıcak çatışmanın eşiğine dahi gelmiştir.
Türkiye’nin son dönemlerde takip ettiği dış politikada Doğu Akdeniz bölgesinde yalnız kalmasına neden olmuştur. Bu bağlamda Filistin meselesinden kaynaklı sorunlar nedeniyle İsrail’le olan ilişkiler en alt düzeyde devam etmektedir. Mısır’la olan ilişkiler askeri darbeyle Muhammed Mursi’yi indiren ve iktidara gelen Abdülfettah es-Sisi’nin yönetiminin tanınmaması ve Müslüman Kardeşlerle kurulan yakınlık nedeniyle problemlidir. Ankara’nın politikasını önemli ölçüde Esad karşıtlığı üzerine inşa etmesi Suriye’yle ilişkilerini koparmıştır. Suudi Arabistan ve BAE ile olan ilişkiler de belirtilen devletlerin tehdit algıladığı siyasal İslamcı gruplara Türkiye’nin destek verdiği iddiası, Türkiye’nin de iki devletin Türkiye karşıtı güçleri desteklediği argümanı nedeniyle kopma noktasına gelmiştir. Özellikle 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrası hükümetin izlediği politikaları onaylamayan AB de Türkiye’ye mesafeli durmakta ve özellikle Fransa başta olmak üzere birlik Doğu Akdeniz’de Ankara’nın karşısında yer almaktadır.
Bir dönem değerli yalnızlık olarak ifade edilen Türkiye’nin dış politikada izole edilmesi/yalnızlaşması günümüzde özellikle Doğu Akdeniz konusunda bedelli yalnızlık şeklinde ortaya çıkmaktadır. Zira Ankara’nın dış politika tercihleri izlenen politikalardan rahatsızlık duyan devletlerin Türkiye’nin aleyhinde bir araya gelmesine neden olmaktadır. Karşı cephenin genişlemesine bağlı olarak rekabete girilecek aktör sayısının artması Türkiye’nin ulusal güvenlik ve çıkarlarını korumak için daha fazla kaynağını güvenlik için ayırmasına sebep olmaktadır. Ülkenin son dönemlerde ekonomisinde problemler ve döviz kuru sıkıntısı yaşadığı göz önünde bulundurulursa Doğu Akdeniz’deki mevcut politikaların devam ettirilmesinin özellikle ekonomiye ağır yükler getireceği ve yalnızlık politikasının bedelini ağırlaştıracağı muhakkaktır. Hâlbuki söz konusu ulusal güvenlik ve çıkar olduğunda kısa bir süre öncesine kadar bir araya gelmesi öngörülmeyen devletlerin bir araya gelebileceğinin en güzel örneğini İsrail göstermiştir. Bu bağlamda İran’dan algıladıkları tehdit nedeniyle Bahreyn ve BAE, İsrail’le ilişkilerini normalleştirmiş, Suudi Arabistan ise normalleştirme yolunda önemli adımlar atmıştır. İlerleyen günlerde diğer Arap devletlerinin de İsrail’le ilişkilerini normalleştirmesi ihtimal dâhilindedir. Ayrıca Doğu Akdeniz’in kaynaklarının taşınması meselesi İsrail-Mısır-GKRY-Yunanistan’ı bir araya getirmiş ve İsrail-GKRY-Yunanistan-İtalya arasında boru hattı yapımına ilişkin önemli adımlar atılmıştır.
İsrail’in özellikle Körfez ülkeleriyle yakınlaşması beraberinde tarihi projelerin ve değerlendirebilmesi halinde Türkiye için önemli fırsatların da ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır. Bu bağlamda enerji ihracatı konusunda İran’ın da kıyıdaş olduğu Basra Körfezine bağımlı olan Körfez devletlerinin daha güvenli yollarla kaynaklarını ihraç etme isteği beraberinde İsrail üzerinden Doğu Akdeniz’e bağlanabilecek boru hattı projesini gündeme getirebilir. Olası proje aynı zamanda Akdeniz’e taşınan kaynakların uluslararası piyasaya nasıl aktarılacağı sorusunu da getirmektedir. Bu çerçevede Doğu Akdeniz’den Avrupa’ya bağlanacak boru hattı projeleri ön plana çıkmaktadır.
Yukarıdaki temsili harita incelendiğinde boru hattıyla taşıma için iki alternatifin ortaya çıktığı görülmektedir. Mevcut durumda İsrail-GKRY-Yunanistan-İtalya hattında İsrail ve diğer devletlerin kaynaklarını taşımak için somut adımların atılması nedeniyle en önemli alternatif olarak durmaktadır. Fakat bu senaryo Türkiye için en olumsuz senaryodur. Zira hattın inşası halinde Doğu-Batı arasında enerji koridoru olma gayesi bulunan ülkenin planları önemli ölçüde sekteye uğrayacağı gibi kendisine alternatif yeni bir güzergâh ortaya çıkacaktır. Ayrıca hattın olası güzergâhının Türkiye’nin hak talep ettiği sulardan geçmesi olasılığı bölgedeki askeri gerginliğin tırmanmasına neden olacaktır. Bu durum Ankara’nın güvenlik kaygıları nedeniyle yapacağı harcamaların da artmasına sebep olacaktır. Ayrıca gerek MEB politikasında gerekse Kıbrıs meselesinde Türkiye’nin eli önemli ölçüde zayıflayacaktır. Fakat Türkiye üzerinden uluslararası piyasaya kaynakların arz edilmesi ise ülkeye tarihi fırsatlar sunacaktır. Bu bağlamda Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki yalnızlığı önemli ölçüde sona ermesi Yunanistan ve GKRY karşısında MEB tezlerinin kuvvetlenmesine zemin hazırlayacaktır. İfade edilen olgu Mısır, Suriye ve diğer kıyıdaş devletlerle yapılacak MEB anlaşmalarıyla hayata geçirilebilir. Bölge kaynaklarının Türkiye’ye taşınması enerji koridoru olma politikasının önemli ölçüde başarıya ulaşmasını sağlayacaktır. Ayrıca Doğu Akdeniz kaynaklarının Türkiye’ye taşınması ve MEB politikasının desteklenmesi Kıbrıs meselesinin çözümü konusunda ülkenin elini kuvvetlendirebilecektir. Bunun yanı sıra Filistin meselesi konusunda arabuluculuk yapabilecek konuma gelebilecektir. Bu noktada Türkiye’ye yapılacak olan hattın maliyetinin GKRY-Yunanistan-İtalya hattına göre daha uygun olması, Ankara’nın hak talep ettiği sularda boru hattının geçişine izin verme olasılığının düşüklüğü nedeniyle hattın uzaması ve inşa maliyetlerinin katlanması, Türkiye’ye yapılacak hattın güzergâhının tartışma konularının daha az olduğu sulardan geçmesi nedeniyle güvenlik maliyetlerinin daha düşük olması ve Türkiye’nin gelişmiş altyapısının yanı sıra önemli bir tüketici de olması başta İsrail olmak üzere yatırımcı devletlerin Türkiye’yle işbirliğine gitmesinde önemli bir avantaj sağlamaktadır.
Türkiye’nin Dış Politikası Ne Olma(ma)lı?
Bu noktada sorulması gereken en temel soru Türkiye’nin ortaya çıkan tarihi fırsat için hangi politikaları izlemesi gerektiğidir. Öncelikle Türkiye gerginlik politikasını terk ederek ulusal güvenlik ve çıkar kavramları bağlamında hareket etmelidir. Arap devletlerinin güvenlik ve çıkar kaygısıyla ve Kudüs’ün başta ABD olmak üzere üçüncü devletler tarafından İsrail’in başkenti olduğu tanınmasına rağmen İsrail’le anlaştığı bir ortamda Türkiye’nin “Kudüs’ü kurtaracağız, Mescid-i Aksa’yı özgürleştireceğiz” gibi söylemleri iç politikada siyasi olarak geri dönüş sağlamaktadır. Fakat gerek GKRY-Yunanistan-İtalya, gerekse Körfez ülkeleriyle olası projelerde ve Doğu Akdeniz’in güvenliğinin sağlanması konusundaki en kilit ülkelerden biri olan İsrail için kullanılan söylemler yalnızca Türkiye’ye karşı duyduğu güvensizliğini artırmaktadır. Bunun yanı sıra dış politikada idealist değerlerle belirli bir duruş sergilemek şüphesiz ki önemlidir. Fakat alınan idealist tavrın realist bir biçimde değerlendirilmesi ve yeni koşullara adapte edilmesi elzemdir. Aksi halde idealist tutumun gerçeklerle uyuşmaması ve ülkeye zarar vermesi kaçınılmazdır. Nitekim Mısır’da Mursi’nin iktidara gelişini destekleyen AB ve ABD, Sisi’nin iktidara gelişini de ulusal menfaatleri gereği desteklemiştir. Fakat Türkiye’nin idealist yaklaşımla “darbeci” Sisi’yi reddetmesi ve Müslüman Kardeşler gibi tehdit olarak algılanan grupları desteklemesi gerçek durumu değiştirmediği gibi Mısır’ın Türkiye’nin karşısında yer almasına neden olmaktadır. Son olarak Suudi Arabistan ve BAE’nin tehdit olarak gördüğü siyasal İslamcı hareketlerin desteklenmesi de Türk ürünlerine ambargo uygulanması, Libya ve Suriye’de Ankara’nın politikalarına şiddetli muhalefet ve Türkiye karşıtı güçlerin desteklenmesi olarak ülkeye geri dönüş yapmaktadır.
Türkiye’nin sıkıntılı ilişkilerinin bulunduğu devletlerle olan ticari ilişkilerini gösteren tablo incelendiğinde yaşanan gerilimlere rağmen ekonomik ilişkilerde istikrarın olduğu ve aynı zamanda Türkiye’nin cari fazla verdiği görülmektedir. Söz konusu durum da taraflar arasında yaşanan gerginliğin siyasi olduğunu ve sorunların çözülmesi halinde ekonomik işbirliğinin geliştirilebileceğini göstermesi açısından önemlidir. Bu durum karşısında Türkiye’nin rasyonel hareket ederek özellikle İsrail ve Mısır başta olmak üzere problem yaşadığı ülkelere yönelik gerginliği düşüren adımlar atması yukarıda ifade edilen fırsatların gerçekleşmesi için önemli imkânlar tanıyacaktır. Aksi durumda mevcut gerilim politikalarının devam ettirilmesinin yalnızca iç politikada kamuoyunu etkilemede etkili olacağı muhakkaktır. Buna karşın diplomatik yalnızlığın bedelinin ulusal güvenlik ve çıkarların tehlikeye girmesi, ülkenin sınırlı olan kaynaklarının eğitim, sağlık, teknoloji gibi refah artırıcı alanlardan ziyade güvenliğe ayrılması ve toplumsal refahın düşmesi olarak yansıması kaçınılmazdır.
*Marmara Üniversitesi SBE Doktora Adayı