Tarihin her döneminde farklı toplulukların gözünü diktiği bir bölge olan Libya’da Yahudi yaşamı da çok eskilere dayanır.
Tarihçi İsmail Cemali Libya’daki Yahudi yaşantısını, çok eskilere, Birinci Tapınağın yıkılışı ile başlayan döneme dayandırır. Ancak, Kartaca belgelerinde ilk kez bu coğrafyadaki Yahudi varlığından söz edilir. Roma döneminden toplanan bilgiler, bugünkü Libya’nın batı bölgesinde, deniz şeridinde, Tripolitanya’da; Ptolemi döneminden toplananlar ise, batı kıyılarında, Sirenayka’da, Yahudi yerleşimlerinden - burada kurulu ticari ve kültürel açıdan canlı bir yaşantıdan - bahseder. Gerçi, MÖ 3. yüzyıldan kalan bu bilgiler kopuk kopuktur ve üzerinde çalışılmasına çok da fırsat vermeyecek türdendir.
Daha sonraki dönemlerde, kah Batı Roma’nın kah Bizans’ın, Vandalların, sonrasında Arapların, İspanyolların ve nihayetinde bölgeyi bir süreliğine kontrolleri altında tutacak Malta Şövalyelerinin, kıyı şeridinin verimliliğine göz diktiklerini, bölgenin söz konusu güçlerin saldırılarından her daim nasibini almış olduğunu not etmek gerekir.
Özellikle Hıristiyan Bizans’ın baskıcı politikaları Yahudilerin batıya doğru kaçmalarına ve Berber kabileleri arasında kendilerine güvenli bölge arayışı içine girmelerine neden olmuştur. İtalyan lider Mussolini’nin 6 bin sayfalık biyografisini yazan ve Faşist dönem hakkında otorite kabul edilen, İtalyan tarihçi Renzo de Felice, kaleme aldığı[1] ‘Jews in Arab Land – Libya, 1835 – 1970’ isimli kitabında, bazı Berber topluluklarının Yahudiliği kabul ettiklerini ifade eder.
Arap egemenliğinde Yahudi yaşamı
Arap egemenliğinde ise Yahudi hayatının göreceli olarak rahat olduğunu, Yahudilerin, o ana dek kendilerine zorla empoze edilen sosyal ayırımcılık ve katı vergi mükellefiyetinden azat edildiklerini, ehli kitap olmalarından ötürü – Hıristiyanlarla beraber – ayrıcalıklı azınlık statüsüne alındıklarından söz eder. Müslüman olmayan ‘kitabın halkları’, kendilerine ibadet özgürlüğü verilmiş şekilde yaşantılarına devam ettirirler.
Gerçi dönemin, söz konusu coğrafyaya dikte ettiği, kabileler arası çatışmaların neden olduğu kaostan, bunun getirdiği güvenlik sorunlarından, savaşlardan, salgın hastalıklardan, kuraklıktan, burada yaşayan diğer toplumlar gibi Yahudiler de olumsuz yönde etkilenir. De Felice, benzer problemlerin Arap egemenliği altındaki tüm ülkelerde görüldüğünü, durumun Libya coğrafyasına mahsus olmadığını özellikle vurgular.
İslamiyet’in bölgede gücünü yitirmesi ile başlayan dönem, ortaçağ Hıristiyan Avrupa’sındakine benzer baskıcı yaşam koşullarının oluşmasına zemin hazırlar. İslam egemenliğinde, örneğin, Yakın Doğu’da, Fas’ta ya da İspanya’da – ve bu arada Libya’da da – olumsuzluklarla karşılaşabilecek Yahudi toplumları, ani istilaların, çatışmaların ya da saldırıların, kendi kimliklerine yönelik olmadığından, Müslüman komşularının da aynı tehlikelere açık olduklarının bilincinde, emin yaşarlarken, 1510’daki İspanyolların Trablusgarp’ı istilası ile itiş kakış hali hızlı bir şekilde geri gelir. Bazı kaynaklar İspanyol ve bundan yirmi yıl sonra gelen ve bir yirmi yıl daha sürecek Malta Şövalyeleri döneminde, 800’e yakın Yahudi ailenin kenti terk ettiğini yazar.
Osmanlı döneminde Libya
1551 yılında Libya, 1911’e dek sürecek Osmanlı egemenliği altına girer. De Felice kitabında, Libya’daki Osmanlı dönemini üç bölümde incelemeyi öneriyor.
1551 ile 1771 arası ülke padişah adına Osmanlı paşaları tarafından yönetilir. 1711 ile 1835 yılları arasında ise yerel Karamanlı Hanedanı, önceleri padişah ile varılan anlaşmalar doğrultusunda ödenecek vergiler karşılığında, sonrasında başkaldırılar sonucu bölgeyi kontrol eder… Osmanlılar açısından çık sıkıntılı dönemlerdir bunlar. Bir yandan Napolyon Fransa’sının Akdeniz’e olan ilgisi, öte yandan Britanya İmparatorluğu’nun Fransa’dan geri kalmayacak manevraları, hatta tarih sahnesinde yeni yeni boy gösteren Amerika Birleşik Devletlerinin Akdeniz’de köprübaşı edinme arzusu ortamı gerecektir. Padişah II. Mahmut’un 1835’te Libya üzerine ordu göndermesi ile durum, Osmanlı İmparatorluğu açısından, en azından bir süreliğine toparlayacak, ancak bölge içten içe kaynamaya devam edecektir.
Libya’daki Osmanlı yüzyıllarının üç bölümde incelenmesi fikri esas itibarı ile tarihin akışını daha kolay anlamak içindir. Yoksa ne Yahudiler açısından ne de bölgede yaşayan diğer halkların yönetilmesi açısından bu dönemlerin birbirinden çok farkı vardır. Kimi dönemde refah düzeyi artmış, kimi dönemde ayaklanmalar arasındaki ‘sükûnet’ daha uzun yıllar sürmüştür. Ya da kötü yönetim, baskı, anarşi kimi döneme damgasını bir başka vurmuş, kimi dönem, kabileler arası şiddetten nasibini almıştır. Nihayetinde, Osmanlı kimler tarafından temsil edilmiş olursa olsun, yaşam belirgin farklılıklar göstermemiştir.
Yahudiler için ise değişmeyen bir gerçek vardır: Amerikalı tarihçi Salamon Grayzel’in ifade ettiği gibi, “Bilge yöneticilerin zamanları onlar için her defasında paha biçilmez olmuş, kaotik ortamlar, zalim hükümdarlar, kazanımlarını ellerinden söke söke almıştır.”
Buraya bir virgül koyup anılan bağımsız hanedanı tanımak ilginç olacaktır şüphesiz. Karamanlı Hanedanı, Osmanlı Trablusgarp’ını uzun bir süre padişah adına / hilafına yönetmiş, günümüz Libya’sında hâlâ izlerine rastlanan bir ailedir. En etkili döneminde, erki güneydeki Fezzan ile batıdaki Sirenayka’ya dek uzanacaktır...
18. yüzyılın başlarında, Osmanlı İmparatorluğu kuzey Afrika’da güç kaybederken, eski bir yeniçeri olan Ahmet Karamanlı, 1711’de dönemin Trablusgarp Beyini, bir isyan sonucu öldürtür ve yönetimi ele geçirir. Sonrasında padişah ile olan uzun görüşmelerinde, yıllık olarak vereceği bir vergi karşılığında, bölgeyi yönetme hakkını alır, kendisini paşa ilan eder ve kendinden sonra gelecekleri aile zinciri çerçevesine oturtan bir hanedan oluşturur. Padişaha sadık ancak olabildiğince bağımsız bir yönetim sergiler. Karada olduğu gibi denizde de hâkimiyet sağlar ve ticaret yollarını kontrolü altına alır. Akdeniz kıyılarına her uğrayandan vergi toplaması zenginliğine zenginlik katar…
Ölümünden sonra Trablusgarp batıdan, özellikle Tunus ve Cezayir üzerinden gelen Berber saldırılarına tanık olur. Dengeler bozulmaya başlar. Karanlık bir dönem olmasına rağmen padişah ile olan ilişkilerde bir sorun yaşanmaz. Gerçi hemen sonrasında, yüzyılın dönüm noktasına doğru, bir isyan çıkar ancak birkaç yıl içinde bastırılır.
Bu arada, çiçeği burnunda Amerika Birleşik Devletleri, Akdeniz bölgesindeki ticarete ortak olmak adına girişimlerde bulunacak, bölgeye gönderdiği filo için, Trablusgarp yönetimine ödenti yapmak istemeyecektir. Başkan Thomas Jefferson, donanmasının ticari gemileri koruyacağından emin, geçiş hakkı karşılığında talep edilen 205 bin doları vermeyi ret edince, buna, dönemin Karamanlı Kralı Yusuf, Mayıs 1801’de, Amerikan temsilciliğinin önündeki bayrak direğini keserek sert bir karşılık verir. Sonrasında Jefferson, Trablusgarp limanlarını abluka altına alacak, Karamanlı idaresinin ekonomik soluğunu kesecektir. Son tahlilde savaş durumunu sonlandıracak anlaşma 1805 Haziranında imzalanacaktır.
Yusuf’tan sonraki dönem üç oğlu arasındaki güç savaşlarına sahne olacaktır. Nihayetinde, bölgenin kontrolden çıkacağını öngören Padişah II. Mahmut, duruma el koyacak, hem Karamanlı Hanedanına hem de bağımsız Trablusgarp yönetimine son verecektir.
De Felice, kitabında, 19. yüzyıl başlarında bir seyyahın notlarından çıkan bilgileri şöyle paylaşmış: “Trablus’ta üç sinagogu olan Yahudiler, doğru söylemek gerekirse, Fas’takilerden çok daha şanslı durumdalar. Yahudi nüfusun neredeyse iki bin kadarı, Müslümanlar gibi giyinmeye hak kazanmışlar. Yalnız başlık ve ayakkabılar siyah, türban mavi olmak durumundadır. Otuz kadar çok zengin Yahudi aile var burada… Geri kalanlar zanaatkâr ve sarraftırlar. Avrupa ile olan ticaret te tamamen Yahudilerin elindedir: Marsilya, Toskana, Venedik, Malta onlardan sorulur…”
Halfon’lar, Hassan’lar, Labis’ler, Arbib’ler, Ambron’lar, Nahum’lar, o günlerden bugünlere gelen ve dönemin zengin, bazı ticari hakları ve ayrıcalıkları elinde tutan aileleri olmuştur…
Gelin görün ki, sözü edilen Libya’da bugün, Yahudi varlığı tamamen sona ermiştir. Nasılına bakacağız!
[1] “Ebrei in un paese arabo – Gli Ebrei nella Libia contemporenea tra colonialismo, nazionalizmo arabo e sionismo (1835 – 1970)” Copyright 1978, Mulino, Bologna – İngilizceye tercümesi: Judith Roumani