Tetikçi, provokatör, bölücü, anarşist… Birilerinin birilerine söylediği ne kadar itici kelimeler öyle değil mi? Oysa günümüzde uluslararası ilişkilerin doğası gibi vurgulanıyor, öyleymiş gibi algılamamız için türlü manipülasyonlar yapılıyor.
Amerika’nın sözde Taliban, sözde Saddam operasyonu gibi gösterdiği tüm olup bitenlerde en temel kanı bu kavramların toplumlara, ABD çıkarlarına göre yeniden üretildiği şekliyle aktarılmaktı.
Yerel halkı ‘tetikçi’, yerel yönetimi ‘provokatör’, yerel ‘savunma gruplarını’ bölücü ve işgale hazırlandığı tüm bir bölgeyi ‘anarşist’ilan eden bir yaklaşım serisi bu.
Irak’ta aradığını bulamayan ABD Başkanı’nın Saddam’ı asma cüreti ile Bush sözde kahraman etmesi tersliği gibi.
Oysa ABD bunu hep yapmıştır. 50 bin şehit verdiği Vietnam işgal hareketinde de yapmıştı. ABD bunu hep yapmıştır, yapmaktadır. Ancak çağı yakalayan işgal hareketleri ile kendi toplumunun vicdanını da yaratmayı unutmadan. Sebepleri hep vardır ve dünya kabul etmese de onun için meşrudur. Hatta yandaşları da hep vardır.
Domino Teorisi ise ABD’nin işgallerini nasıl çağa göre şekillendirdiğine bir örnek olarak durur, tarihin tozlu sayfalarında.
Domino Teorisi, ABD’nin 1950’lerin ortalarından itibaren yaklaşık yirmi yıl boyunca uyguladığı Güneydoğu Asya politikasının dayandığı görüştür. İlk kez bu görüş, Nisan 1964’te Vietnam’la ilgili bir basın toplantısı sırasında dönemin ABD Başkanı Eisenhower tarafından ortaya atıldı.
Vietnam’dan geri çekilme yönündeki baskılar karşısında Başkan; Vietnam operasyonunun başarısızlığa uğraması durumunda ve bu adımdan geriye yönlenmeleri halinde, ABD’nin yanında yer alan bölgedeki diğer ülkelerin domino taşlarının yıkılması gibi teker teker Çin ve Sovyet etkisine girecekleri fikri savunulmuştu.
Halkı ve müttefikleri provoke edecek temel argüman o dönemde Çin ve Sovyetlerin ‘öteki’ kutup olarak potansiyel tehlike olduklarına vurgu yapmaktı.
Doğal olarak ikna olan dış politikayı yönlendiren diğer devlet adamları, bu görüşü benimsedi ve ABD ile müttefikliklerini güçlendirdiler.
Kime karşı? ABD’nin belirlediği ve altını çizdiği ‘ötekilere’ karşı…
Bu görüş ayrıca, 1965’te ABD’nin Dominik Cumhuriyeti’ne karşı giriştiği askeri harekâtı açıklarken, Küba lideri Fidel Castro’nun yaratacağı bir domino etkisinden korunmanın amaçlandığı zaman da kullanılmıştır.
Domino Teorisi her ne kadar bir kavram olarak 1960’lı yılların ortasında formüle edilmiş olsa da, domino kuramının mantığı, Roma İmparatorluğuna kadar uzanır. Domino oyununda olduğu gibi, ilk taşın kaybedilmesinin, diğer taşların ardı ardına kaybedilmesine yol açacak bir kriz oluşturacağı, tarih boyunca pek çok politik ve askeri lider tarafından ifade edilmiştir. Bu güçlü ve çoğu kez önüne geçilemez eğilim, belirli bir bölgedeki hegemonyayı korumak durumunda olan siyasi ve askeri otoriteler tarafından dikkate alınmak zorunda olmanın yanı sıra, böyle bir otoriteyi sarsmak isteyen güçler tarafından da dikkate alınmalıdır.
Ancak bilinenin aksine Domino Teorisini ilk kullanan Eisenhower değildi. İngiltere’nin I. Dünya Savaşı sonrasında Kafkaslarda (Batum) yaşanan gelişmeler ve ortaya çıkan Bolşevik tehlikesi neticesinde askerlerini bu bölgeden çekme konusunda savaş ve dışişleri ofisleri arasında yaşanan anlaşmazlık sırasında Lord Curzon tarafından kullanılmıştır. Lord Curzon “İngiltere garnizonunu Batum’dan çekerse, bu hareket domino etkisi yaratarak Doğu’daki tüm İngiliz sömürgelerinin elden çıkmasına neden olacaktır” diyerek Domino Teorisini öne sürmüştü.
ABD’nin yıllarca Vietnam’dan çekilmeyi ısrarla reddetmesinde etkili olan ya da Küba’da kullandığı veya Curzon’un kullandığı bu görüş bizlere çok da uzak değil.
Türkiye’nin tarih kitaplarına da geçen Kıbrıs dış politikasını bu kapsamda düşünmemiz mümkün. “Kıbrıs Adası Türkiye’nin başta güney sahilleri için stratejik öneme haiz bir konudur” ifadesini hepimiz tarih kitaplarından hatırlarız.
Görülebileceği gibi Kıbrıs Adası da birçok ‘tarafça’, Domino Teorisinin düşünülmesine neden olan bir coğrafyadır, üzerinde yaşayanları pek de dikkate almadan üstelik! Bu nedenle, yeni seçilen KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar da, kim ne derse desin Kıbrıs görüşmelerini sürdürecek ve bu süreç eskisinden daha iyi olacak.
En azından bu yeni döneme ‘Uyum Dönemi’ diyebiliriz.