Tüm zamanların acılarına bir cümle ile yanıt versek, bir ayrılığın anatomisini çizerken, aşkın da anatomisi çizilmez miydi?
Desem ki, hiç acı vermez gidişin ya da gidişim, sen sen olursun gittiğin yerde ve içinde benim kadar bir boşluk, ben de ben olurum, içimde senin kadar bir boşluk.
Desem ki, hiç acı vermez gidişin ya da gidişim, sen kendine ne kadar yalnızsan çünkü ben de o kadar yalnız olurum. Ama desem ki, hiç acı vermez gidişin ya da gidişim, peki ya, canım gözlerine dokunmak isterse, gözlerimle ya da ellerini tutmak istersem eğer, işte o zaman bir şehrin tüm anıları, bir kalbin tüm acıları olur…
Yaşamın her aşamasında bu böyle.
Sevda, önce tatlı bir zehir gibi alınıyor kalbe. Sonrasında yavaşça yeşertiyor fidanlarını. Kurumasın diye gözyaşları ile sulanmak istiyor bir süre sonra.
Dopdolu yaşanıyor. Yüz sürdüğümüz bir şehir gibi. Satır satır mektuplarda, adım adım sokaklarda yaşanıyor. Her mekanı bir anıya her an’ı bir hüzne çevirmek istercesine…
Ve ayrılık…
Doğanın sunumu gibi; başlama, yaşama ve bitiş. Bir tek acıya dokunan, bir tek acıya teğet geçmeyen, bir tek acıyla tam çakışan sürece varıyor.
Yaşam, tüm sevda denemelerimizin siyah beyaz eskizi gibi. Her sevdaya bir tuval, her tuvale hep aynı renkler.
Siyah ve beyaz.
Bir ayrılık aslında çok da zor olmazdı bir sevdadan, bir şehirden, bir insandan, geriye kalan kendimizken, içimizde oluşan boşluk büyük olmasaydı. Çaldığımız bir kalpse, bu hırsızlık olmazdı, olamazdı.
Yaşadığımız şehirler gibi yaşanır çünkü aşklar. Hiçbir sokağını, hiçbir kaldırımını, hiçbir durağını, ayrılırken yanımıza alamayız… Çıkılan kalbi de öyle…
Köşe bucak kokusu üzerimize sinen bir şehir gibi, biz onda o da bizde koku ararız. Yanımıza alamadıklarımızı hatıralarımıza alırız.
Hep kalan kaybetmiyor bir bakıma. Girdiğin gibi çıkarken bir aşka, ne kalan kazanıyor ne giden. Bir ayrılığın galibi, sadece içimize dolan boşluk oluyor.
Ardındansa zamanın çabası başlıyor. Her ‘zaman’; özel bir acı tahlili, acı teşhisi ve acı tedavisi rolünü üstlendiğini hissetmenizi sağlayarak başlıyor, umutsuz çabasına.
Oysa ‘zaman’ için "en nadide ilaçtır” denirken; hem zehri oluyor yaşamın, hem de panzehri.
Zaman, sırtımızı döndüğümüz bir sevdanın sadece boşluklarını ölçüyor, dolduramıyor.
Yine insanın kendi kendine kaldığı bir şehir gibi yaşanıyor gidiş, ayrılış, bitiş.
Hiç olmasını istemezken.