19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Osmanlı Devletinin, geniş coğrafyaya yeterince hâkim olamamasından Libya da nasibini alır. Bu ülkenin halkı kontrolün Osmanlı´dan İtalya´ya, daha sonra da Britanya´ya geçmesinin etkilerini farklı şekilde yaşar.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Osmanlı Devletinin, Balkanlarda baş gösteren milliyetçi hareketler karşısında giderek çaresiz kalması, Tanzimat Fermanı ile hayata geçirilmesi hedeflenen iyileştirilmelerin aksaması, padişah erkinin uzandığı geniş coğrafyaya yeterince hâkim olamamasına neden olur. Libya da yönetimsel sorunlardan nasibini alan bir bölgedir. Kabuğundan çıkmaya çalışan İtalya’nın, bu bölgeye olan ilgisinin artması, dolayısı ile şaşırılacak bir durum olmayacaktır.
Libya’nın savruk yapısı zaten ticari anlamda İtalya’ya bağımlıdır. Burada bulunan İtalyan kolonisi bir yandan da sosyal ve kültürel açıdan önem kazanmakta, bu anlamda Yahudilerle rekabet içine girmekte, bir yandan da Araplarla düzgün ilişkiler kurup, geleceklerinin İtalyan yönetimiyle daha güvenli olacağını vurgulamaktadır. Esas itibarı ile bu Yahudiler için de daha sağlıklı günlere işaret eden bir mesajdır. Osmanlı’nın bin derdinden biridir Libya ve yaşanan kaotik ortam, kökeni ne olursa olsun, halkı memnun etmemektedir.
Kontrolün Osmanlı’dan İtalya’ya geçmesi
1911 yılının 3 Ekim’inde İtalya Tripolitanya’nın önemli kıyı kenti Trablus’a saldırı başlatır. Arapların padişah lehine İtalyan birliklerine karşı direnişine karşın, İstanbul hükümetinin buraları elinde tutmaya mecali yoktur. 1912’de Lozan’da imzalanan bir anlaşma ile Libya’nın tamamı İtalyan kontrolüne geçer. Yeni dönem, her toplum için getirdiği olanakları ile heyecan yaratır, yaşantıyı olumlu etkiler.
Zengin kesimi bir yana, fakirleşmeye başlayan Yahudi toplumunun ekonomik ve kültürel sorunlarına çare aramak için girişimlerde bulunan bir de Alliance Israelite Universelle vardır. Fransa hükümetinin desteklediği bu oluşumun buralarda köprübaşı tesis etmesi ne İtalya’nın ne de, özellikle Trablus’taki potansiyeli görüp buraya yatırım yapmaya başlayan İtalyan Yahudilerinin hoşuna gider. İşgalle birlikte, Fransa’nın bölgeye kayması engellenmiş olur.
Gerçi İtalyan Yahudileri ile Tripolitanya Yahudi toplumunun arasında aşılması gereken anlaşmazlıklar vardır… Hayata ülkelerinin kendilerine verdiği olanaklar üzerinden bakan İtalyan Yahudilerinin, Libya Yahudi toplumunun dinamiklerini, talep ve ihtiyaçlarını anlaması kolay değildir. Yüzyıllardır bu toprakların nabzını ellerinde tutan Libya’daki dindaşlarına üstten bakmaları, onlar üzerinden İtalya’nın bölge siyasetinde etkin olmaya çalışmaları, sorun olur.
Öte yandan, gençler arasında serpilmeye başlayan Siyonist düşünce de, Yahudi toplumunda tedirginlikler yaratır. Bu yeni fikir, Yahudilerin Filistin topraklarına göçünden söz etmektedir. Geleneksel toplum yapısını allak bullak edecek böylesi bir hareketin, özellikle etkili ve zengin çevrelerce yönlendirilen toplum tarafından rağbet görmesi, en azından o an için mümkün olmayacaktır.
Savaşın başlaması ve Arap isyanı
İtalya, 1914’te başlayan I. Dünya Savaşına girmekte tereddüt eder. Neden sonra, savaşın, Avusturya - Macaristan İmparatorluğu sınırları içinde kalan İtalyanca konuşulan coğrafyanın ele geçirilmesi için bir fırsat olduğu kanaati ile, fikrini değiştirir. İlk saldırı, Mayıs 1915 tarihinde gerçekleşir. İtalya aynı zamanda Almanya ve Osmanlı ile de savaşa tutuşmuştur. Bu durumda Akdeniz’deki güç savaşlarının safları belli olmuştur. İtalya, kendisini, beklenmeyen şekilde, Fransa ve Britanya ile müttefik olarak bulur. Krallığın emperyalist beklentileri, Libya’da da dengeleri değiştirir. Tarafsızlığını, içinde Osmanlı Devleti’nin de bulunduğu blokun aleyhine bozan İtalya, bundan sonra, Padişah’ın ilan ettiği cihat çağrısının muhatabı, dolayısı ile de Arap nüfusun hedefidir. Nitekim Almanya ve Osmanlılardan aldıkları destekle, Araplar, yurtlarını kontrol eden İtalyanlara karşı geniş çaplı bir isyan başlatırlar.
Savaş dolaylı olsa da Libya’ya da bulaşmış, buradaki hassas ekonomik ve sosyal dengeler yeniden sarsılmıştır. Bu dönemin Arap – Yahudi ilişkileri açısından belirleyici olduğunu söylemek olası. Yahudilerin, isyan esnasında olabildiğince tarafsız bir tutum takınmaları, kendilerini Araplar ile İtalyanlar arasında bir arabulucu noktasına taşır, ister istemez. Libya’daki İtalyan Yahudilerinin de hedef olduğu Arap isyanı, savaşın sonlarında soluksuz kalmaya başlar. Oysa İtalyanların durumu da çok iç açıcı değildir. Kazanımları, savaşa girmelerine yol veren çıkarlarını tatmin etmekten çok uzaktır. Akdeniz çevresinde, Fransa’nın ve Britanya’nın kazanımlarının çok uzağındırlar, bu da genel anlamda moralleri bozan bir durumdur. Daha ötesi, Osmanlı’dan kopardıkları Libya’da dahi halen kendilerinden çok emin değildirler…
Savaş esnasında Libya’daki arbededen, göreceli olarak Yahudiler haricinde kimse karlı çıkmaz… Ya da, değişik bir şekilde söylemek gerekirse, Yahudiler en az kaybı yaşayanlardır. Bu da Arapların şimşeklerini üstlerine çekmelerine neden olur. Araplar için, onlar, kendilerini daha yakın hissettikleri İtalyanlarla beraber hareket etmişlerdir. Öte yandan, Filistin’de Yahudiler lehine gelişen süreç de, Libya’da uzun zamandır yan yana yaşayan bu iki toplumu karşı karşıya getirir. Gençler arasında, bir yanda pan-İslamcı, öte yanda Siyonist görüşler zemin bulmaya başlar.
Faşist Parti’nin etkileri
Ekim 1922’de Faşist Partinin iktidarı ele geçirmesi ile Libya’daki Arap hareketlenmelerinin üstüne daha kararlı bir şekilde gidilir. Mussolini’nin, yeniden Eski Roma’yı yaratma ve Akdeniz’i bir İtalyan gölü haline getirme arzusuna gem vurmak mümkün değildir. Savaş sonrasındaki Paris barış görüşmeleri çerçevesinde Ege’deki 12 Adanın İtalya’ya verilmiş olması, Anadolu’dan bazı bölgelerin tahsis edilmiş olması, Roma hükümetinin yeni lideri için iç yeterli değildir. Galipler içinde bir yenilmiş ülke profili çizmektedir İtalya… Bu da beklentilerini karşılamaktan çok uzaktır… Libya özelinde ise, Sevr ile dize gelen Osmanlı’nın Libya’dan beklentisi olamayacağı artık kesinleşmiştir. Artık İtalyan Libya’sından söz etmek mümkündür.
Hitler’in, Faşist Parti ve Mussolini’den ne şekilde etkilendiği tarihçilerin tartıştığı ancak üzerinde mutabık kalamadıkları bir konudur. Geçerli olan şudur ki, 1930’lara gelindiğinde Almanya da tıpkı İtalya gibi, aradığına erişememiş bir ülkedir ve bu anlamda halkı yönlendirmek, güçlü liderler için zor değildir. Nasyonal Sosyalizmin kendisine tanımladığı var oluş nedenlerinden biri olan Yahudi düşmanlığına gelince, yaşananlar, bunun İtalya’da çok tutan bir davranış olmadığını ortaya koyacaktır.
Gerçi 1938 yılı, Almanya’daki Nürnberg kanunlarına benzer Faşist ırkçı bir hukuk düzeninin uygulanmaya başlandığı yıl olacaktır. Yahudilerin kamu hizmetlerinden, akademik dünyadan uzaklaştırıldıkları, bazı mesleklerden men edildikleri bir süreç yaşanacak, İtalyan Yahudi toplumu içinde tedirginliğin artmasına neden olacaktır. Temmuz 1938’da yayınlanan ırkçı manifesto ayrıca İtalyan vatandaşı olmayan Yahudilerin, İtalyan kontrolündeki yerleri terk etmelerini şart koşacaktır. Faşist Parti, Nasyonal Sosyalist ideolojinin adımlarını takip etme kararlığındadır!
Libya’da da durum pek iç açıcı değildir. Araplar ile gergin olan ilişkilere bir de bu ırkçı yasalar eklenmiştir. Gerçi Genel Vali Balbo, ırkçı yasaların ticaretin kalbinin attığı Tripolitanya bölgesi başta olmak üzere, Yahudi toplumunun etkin olduğu yerlerde uygulanmaması için Mussolini ile pazarlık dahi yapmıştır.
İtalo Balbo, Mussolini’yi iktidara taşıyan Roma yürüyüşünün mimarlarından, Kara Gömleklilerin lideri, İtalyan Faşist Partisinin oluşumunda etkin rol üstlenmiş, dört prensten biridir. I. Dünya Savaşına katılmış bir asker ve dahası İtalyan Hava Kuvvetlerinin kurucusu olan Balbo, Mussolini’nin Hitler ile pakt yapmasına karşı çıkan tek üst düzey kişiliktir. Parti içinde kendisi aleyhine oluşan hava dolayısı ile Mussolini tarafından 1933’te Libya Genel Valisi ve Kuzey Afrika’daki İtalyan kuvvetleri komutanı olarak atanır. Yahudi hayranı olmadığı bir gerçektir, ancak o dönemin havasına uygun bir antisemit de değildir.
Avrupa’da savaş seslerinin daha sık duyulduğu bir sırada, Ocak 1939’da Mussolini’ye gönderdiği bir raporda, görüşlerini şöyle dile getirir:
“(…) buradaki Yahudi konusunu irdeledim ve aşağıdaki hususları dikkatinize sunmak isterim… Bölgedeki Yahudi nüfusu hem sayısal olarak hem de etki olarak azımsanmayacak durumdadır. Trablus kentinin beşte birini oluşturan, ticareti, üretimi ve finansı elinde tutan bir kitleden söz ediyoruz. Roma döneminden beri bu topraklardaki varlığını koruyan, her dönemde bir denge unsuru olmuş bir toplumdur Yahudiler (…) toplumsal yaşamdaki yerlerini Hıristiyan unsurlarla doldurana dek, onlara bu yasaları uygulamak, İtalyan Libya’sının geleceği açısından sakıncalıdır. (…)”[1]
Bu taleplere, Benitto Mussolini 23 Ocak’taki mektubu ile olumlu yanıt verir… Durum, Balbo’nun savaşın hemen başında, Haziran 1940’ta, dost ateşi ile Tobruk üzerinde düşürülen uçağı içinde ölmesinden sonra da devam edecektir. Afrika Korps ile Britanya 8. Ordusu arasında ölümcül çatışmalara sahne olacak Libya’daki Yahudiler, bir yandan yerel İtalyan makamların Balbo’nun yolundan gitmeleri nedeniyle, bir yandan da Almanların siyaseten Libya’yı hiçbir zaman kontrol edememelerinden dolayı, savaşın ateşi haricinde kayda değer bir sorun yaşamazlar…
Gerçi, savaşın akışı içinde Bingazi bölgesindeki Yahudi toplumunun Britanya lehine tutum takınması, İtalyanların savaşın genelinde başarısız bir seyir izleyen performansları, savaşın getirdiği olağanüstü şartlarda Araplarla İtalyanların fakirleşmesine koşut, Yahudilerin göreceli olarak zenginleşmeleri, 1941’den itibaren ilişkileri geren unsurlar olur. Buna bir de, Britanya ordusu içinde Filistin’den gelen bir Yahudi lejyonunun bulunduğunun anlaşılması eklenir. Bölgede, çalıma kampları kurulur. Düzene aksi hareket eden ve arkası yeteri kadar güçlü olmayan bazı Yahudiler buralarda zorunlu çalışmaya mahkûm edilir. Irkçı yasalar, her zamankinden daha titizlikle uygulanmaya başlar.
Britanya Manda idaresindeki Filistin’de yaşanan çatışma ortamı, Libya’daki ortamı ayrıca gerecektir. Üstüne, El Alamein’de Montgomery’nin Rommel’e karşı kazandığı zafer, bir dönüm noktası olacak, Afrikakorps, Hitler ve Mussolini’nin tüm itirazlarına rağmen Tunus’a doğru çekilerek burada bir savunma hattı oluşturma yoluna gidecektir… Aynı tarihlerde ABD’nin Cezayir ve Fas’a asker çıkartması Miğfer Devletleri için Kuzey Afrika’daki sonun başlangıcı olur.
1942 Kasımında, 8. Ordu Sirenayka’ya girer, Bingazi düşer. 1943 Şubat ayı itibarı ile Libya’daki İtalyan varlığı son bulur ve kontrol tamamen müttefiklerin eline geçer. Londra hükümetinin yeni kontrol altına alınan bu coğrafya ile ilgili politikası kısa ve özdür: “To give the land to the native people / Toprağı buranın yerlisine vermek…”[2] 1943 Şubatı ile Libya’nın krallık olarak bağımsızlığını ilan edeceği 1951 yılının Noel’ine dek, bu coğrafya Britanya kontrolünde kalacaktır.
Yahudi toplumu için ise, Tripolitanya’da, 5 – 7 Kasım 1945 tarihleri arasında baş gösteren pogrom, bir dönüm noktası oluşturacaktır. Arkasında 140 ölü, yüzlerce yaralı ve tahrip edilmiş bir hayat bırakır.