Avrupa kimliği ve Türkiye

İkinci Dünya Savaşı yıllarında Nazi askerlerinin Yahudilere ve Çingenelere vahşice uyguladığı Soykırım felaketi, geçtiğimiz haftalarda, Ukrayna, Romanya ve Çek Cumhuriyeti`nde hüzünle anıldı. Yüzlerce Yahudi, ölüm çukurlarına yakın yerlerde kurbanları anmak için mum yaktı

Toplum
9 Ocak 2008 Çarşamba

Ceki BİLMEN

Avusturya’nın 3 Ekim’de müzakerelerin başlamaması için çıkarttığı engellerden sonra Avrupa kimliğinin hangi faktörler göze alınarak oluşturulduğunu doğru anlamak gerekiyor. Kültürel ve dini faktörlerin tanımladığı bir Avrupa kimliğinden ortak değerler üstüne kurulu bir Avrupa’ya geçen Avrupa’nın, 3 Ekim müzakerelerinden hemen önce gösterdiği bu refleks nasıl açıklanabilir?

4 Mart 1997’de Avrupa Halkları Partisi’nin Brüksel’deki toplantısında, Helmut Kohl’un başkanlık ettiği altı farklı ülkeden gelen Hıristiyan demokrat parti temsilcileri Avrupa Birliği’nin bir medeniyet projesi olduğunu ve Türkiye’nin bu medeniyet projesinde yeri olmadığını söylemişti. Yine bu çizgide bir açıklama da Hollanda kökenli AB Komisyonu tek pazardan sorumlu komiseri Fritz Bolkenstein’den gelmiş ve o da Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınmasının 1683’te Viyana kapılarında kazanılan zaferin bir yenilgiye dönüşmesi demek olduğunu söylemişti.
Bolkenstein’ın ve Helmut Kohl’un başını çektiği Hıristiyan partili temsilcilerin bu sözleri söylemesinin ardındaki temel argümanı Avrupa kimliğinin kendine has bir kimlik olduğu ve bu kimliğin Türkiye’yi içermediğiydi. Bu yazıda gerçekten Avrupa kimliğinin, doğası gereği Türkiye’yi  dışlayıp dışlamadığı incelendiğinde,  Türkiye’nin Avrupa kimliğine dahil edilebilip, edilemeyecek bir ülke olduğunu anlamak için öncelikle Avrupa kimliği kavramının ne olduğunu netleştirmek gerekir. Avrupa kimliğinin ne demek olduğu üzerindeki tartışma bugün hala devam etmektedir. Temel olarak bu konu üzerinde iki farklı görüş bulunmakta.
Bunlardan birincisi Avrupa kimliğinin Roma Hukuku, eski Yunan geleneği ve Hıristiyanlığın sentezinden ortaya çıktığı iddia edilen kültürel bir görüştür. Bu görüş Avrupa kimliğinin Roma İmparatorluğu zamanında imparatorluk sınırları içinde kalan bölgelere Roma İmparatorluğu’nun ortak bir hukuk ve para sistemi dayatmasına atıfta bulunarak Roma Hukuku’nun Avrupa kimliğinin oluşmasında ne kadar önemli bir rol oynadığını ön plana çıkarır. Yine aynı görüş Eski Yunan geleneğinin Avrupa kimliğinde oynadığı rolün önemine değinir, Yunan medeniyetinin Hıristiyanlıkla olan bağlarına ve Avrupa isminin dahi Yunan mitolojisindeki Europa adlı prensesten türediğini anlatır. Son olarak bu görüş Avrupalılığın ancak Hıristiyanlıkla yan yana olabileceğini söyler. Hıristiyanlığın bu kimliğin oluşmasında ne kadar önemli bir rol oynadığını hem Hıristiyan Hukuku’nun bugünkü Avrupa hukukuna etkisini, hem de, "Avrupa" sözcüğünün resmen ilk kez İstanbul kuşatmasından önce dönemin Papası tarafından birbirleri ile savaş halinde olan Hıristiyan güçlere, farklılıklarını, Avrupalı olmayan Türklere karşı birleşmeleri hatırlatarak kanıtlamaya çalışır.  
İkinci görüş ise; Avrupa kimliğinin kültürel faktörlerden oluşmadığını fakat ortak değerler üzerine kurulduğunu iddia eder. Bu değer, demokrasi, hukukun üstünlüğü, laiklik ve insan haklarına saygı olarak belirtilir. Bu görüşte herhangi bir ülkenin Avrupalı olup olmadığı son derece açık ve objektif olan söz konusu kriterlere göre değerlendirilir. Dolayısıyla bu ikinci görüş Türkiye’nin yukarıda sayılan ilkeleri eksiksiz yerine getirmesi halinde Avrupa kimliğine dahil edilmesinde herhangi bir sakınca görmez. Sonuçta, buradaki argüman açıklamaya yer vermeyecek bir şekilde açıktır, bu değerleri benimseyen bir devlet olarak Türkiye Avrupa kimliğinin bir parçasıdır. Bir başka deyişle Avrupa’yı bir değerler bütünü olarak tanımlarsak Türkiye Avrupalıdır. Ben de bu nedenle bu yazıda ilk argümanın üstünde durup Türkiye’nin, Avrupa’nın kültürel argümanda olduğu gibi Grek-Romen değerler ve hukuku ve Hıristiyanlık ile tanımlanırsa, Avrupa kimliğinin bir parçası olup olmadığına bakmak istiyorum.
İlk olarak Avrupa kimliğinin önemli bir parçasının Roma Hukukundan oluştuğunu söylemek yanlış olmaz. Özellikle de 19. yüzyılda Napolyon’un, Roma İmparatorluğu Hukukçularından Justiniaus’un çalışmalarından faydalanarak tüm Avrupa çapında bir hukuk sistemi kurmaya çalıştığı doğrudur. Fakat Türkiye, modern cumhuriyetle beraber hukuk sisteminin önemli bir bölümünü Avrupalı devletlerden almıştır ve bu modern Türk hukuku kaçınılmaz olarak Roma Hukuku’ndan önemli alıntılar yapmaktadır. Hatta tarihin bir cilvesi olsa gerek ki, Justiniaus daha sonra Napolyon tarafından Avrupa’ya ortak bir hukuk sistemi getirmek için kullanılacak olan çalışmasını bu topraklarda; İstanbul’da yapıp tamamlamıştır.
İkinci olarak ise Eski Yunan medeniyetinin Avrupa kimliğine yaptığı katkı tartışılmazdır. Özellikle Roma İmparatorluğu’nun Eski Yunan medeniyetlerinin bulunduğu topraklara hakim olmasından sonra, gerek Roma imparatorluğuna gerekse Avrupa kültürüne Eski Yunan medeniyetinin fikirleri, eğlence şekilleri ve sanat estetiği yoğun biçimde girmiştir. Fakat burada açıklığa kavuşturulması gereken nokta şudur; bu Eski Yunan medeniyeti sadece Hıristiyanlıkla bağdaştırılamaz. Bu medeniyet Hıristiyanlıktan binlerce sene evvel çıkmış bir medeniyettir ve Hıristiyanlığı etkilemesine rağmen İslam dünyasına da etkileri olmuştur. İslam devletleri de, örneğin Endülüs Emevileri, bu medeniyetin düşünce sisteminden etkilenmişlerdir. Bizans’ın yıkılmasının ardından bu topraklarda kurulan ve yüzyıllarca Mora Yarımadası’nı kontrolünde bulunduran Osmanlıların bu medeniyetle etkileşime girmediğini ve bu medeniyetten etkilenmediğini söylemekte pek doğru olamayacaktır.
Son olarak ise Avrupa kimliğini Hıristiyanlık ile birleştirmenin doğru bir argüman olmadığı görüşündeyim, çünkü Hıristiyanlık Avrupa’dan değil Ortadoğu'dan çıkmış bir dindir. Ayrıca, Avrupa kimliğinin oluşmasında en önemli faktörlerden biri olarak gösterilen Roma imparatorluğunda Konstantin, Hıristiyanlığı devlet dini olarak kabul edene dek Hıristiyanlığın Avrupa’ya herhangi bir etkisi söz konusu değil. Bunun haricinde ise şunu da belirtmek gerekir ki, yüzyıllar boyunca Hıristiyanlık, ne Hıristiyan Avrupalı devletlerin karşılıklı savaşmasına engel oldu ne de Hıristiyan Avrupalıların kendi aralarında barışı koruyabilecek bir kurum oluşturmalarını sağladı. Dolayısıyla, Hıristiyanlığın Avrupa kimliğinin oluşması üzerinde oynadığı rolü kabul etmekle beraber bunun çok da temel bir faktör olamadığı görüşündeyim. Sonuç olarak bu faktörün de Türkiye’yi Avrupa kimliğinden dışlamaya yeteceğini düşünmüyorum.
Son olarak belirtmek gerekir ki, yukarıda açıklanan iki görüş tarihin belirli dönemlerinde Avrupa da hakim oldu. Fransız Devrimi’ne kadar geçen sürede Avrupa’da ilk argüman yani kültürel temelde tanımlanan bir Avrupa kimliği hüküm sürdü ve bu dönemde Avrupa, Türkleri kendi medeniyetlerinden olamayan yabancılar olarak gördü. Yine bu dönem bir çok Papanın "Hıristiyan Avrupalıları" Türklere karşı birleşmeye çağırdığı bir dönemdir. Dolayısıyla, Fransız Devrimine kadar süren bu dönemde, Türkler Avrupa medeniyetinin bir parçası olarak kabul edilmediler. Fakat Fransız Devrimi ve bu devrimin sonucu olarak Avrupa’ya yayılan laiklik ilkesi ile beraber kültürel ve dini temelde yapılan Avrupa kimliği tanımları yerini ikinci tanıma; Avrupa kimliğinin bir değerler bütünü olduğu tanımına bıraktı. Bu süre zarfında Osmanlı 1856’da Paris Antlaşması ile Avrupa devletler sisteminin bir parçası olarak kabul gördü. Bu laik ve değerler bütünü üzerine kurulu Avrupa tanımı özellikle soğuk savaş sırasında doruğa ulaştı ve Avrupa; Atlantik Avrupa’sı olarak Kanada'dan Türkiye’ye kadar uzanan bir yapı olarak tanımlandı. Bu dönemdeki "özgür" dünya değerleri demokratik bir siyasi yönetime ve kapitalist bir ekonomik yapıya sahip olmaktı. Türkiye de bu değerlere sahip bir ülke olarak Avrupa ailesinin kabul görülen bir üyesiydi.
Türkiye’nin bugün karşılaştığı problem ise Soğuk Savaşın sona ermesi ve Sovyet tehlikesinin bitmesi ile Avrupa’nın tekrardan kimliğini kültürel olarak tanımlama eğilimine girmesi. Özelliklede 11 Eylül sonrasında Avrupa’da oluşan İslam fobisi de bu kültürel ve dinsel kimlik tanımını daha da güçlendirmekte. Fakat bu kültürel kimlik tanımının Avrupa’da yükselmesine rağmen, Türkiye’nin AB’den önce müzakere tarihi alması daha sonra da müzakerelere başlaması Avrupa’da hala ortak değerler üzerinden tanımlanan bir kimlik tanımının bazı çevrelerde kabul gördüğünün bir göstergesidir.