Büyük Oyun

Marsel RUSSOBugün Ortadoğu denilince ilk akla gelen İsrail - Filistin problemi, "Büyük Oyun" adıyla anılan 19. yüzyıldaki Ortadoğu sorunu anlayışının bir devam süreci niteliğindedir. Bu haftaki sayımızda, bu büyük oyunun temelleri ve gelişimi hakkında kısa bir tarihsel özeti okurlarımıza sunuyoruz

Perspektif
9 Ocak 2008 Çarşamba
Tarihçilerin "Verimli Hilal" olarak adlandırdıkları Nil deltasından başlayan, aşağı Mezopotamya’yı içine alarak yukarı Mezoptamya’ya kadar uzanan bölge, çağlar boyunca birçok kavime, uygarlığa ev sahipliği yapmış, kişiler ve uluslar için her zaman önem arz etmiş bir coğrafyadır.
Bazen Mısır Firavunlarının, bazen Hitit Krallarının etki alanına giren, daha sonra Babil ve Asur’un, bu arada Perslerin saldırılarına hedef olan; Büyük İskender sonrasında Selevkiler ile Ptolemilerin çekişmelerine; Romalılarla, İslamiyet’in doğmasından sonra Arapların, Haçlılarla Eyyubiler’in arasında savaşlara maruz kalan, nihayet Memlukler’den sonra, Osmanlı idaresinde uzun sayılabilecek bir dönem huzur bulan günümüz Orta Doğusu, yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde, tekrar iştah kabartacak bir bölge olarak tarih sahnesinde yerini alır. Uzunca bir süredir, ne zaman çökeceği belli olmadan, adeta temelleri üzerinde sallanmakta olan Osmanlı İmparatorluğu ve onun doğrudan ve dolaylı olarak kontrolü altında tuttuğu topraklar, bütün Avrupa güçlerinin dikkatini çekmektedir.
15 ve 16. yüzyıllarda, Colomb’dan Vasco de Gama’ya, Avrupalı kâşiflerin yeni deniz yolları ortaya çıkarmaları ile başlayan, İspanya, Portekiz ve Hollanda’nın başını çektiği yayılmacı yaklaşıma katılmada, İngiltere çok geç kalmıştır. Ancak yirminci yüzyıla gelindiğinde, Kral V. George’un Büyük Britanya’sı tüm rakiplerini geçmiş, üzerinde güneşin batmadığı bir imparatorluk haline gelmiştir.
Hiçbir zaferleri İngilizler’i Hindistan’daki başarıları kadar onurlandırmamıştır. Böylece, "Gizemli Doğuda" Fransa ile giriştikleri güç yarışından galip çıkmışlardır… Ancak, Londra ulaşılması gereken hattı o denli uzaklara taşımıştır ki, bu başarı, çözümlenmesi gereken son derece önemli bir lojistik sorununu da beraberinde getirmiştir. Bu, bir yüzyıl önce Napoleon’un Mısır ve Suriye üzerinden Mezoptamya’ya oradan da Hindistan’a ulaşmak için yaptığı planlarda göz ardı ettiği bir sorundu…
Hindistan yolunu açık tutmak ve rakiplerinin o bölgeye sarkmasını önlemek için İngiliz Dışişlerinin geliştirdiği politika, yerel halkların desteklenerek güçlenmesi; güçlendirilen bu halkların kontrol altında tutularak Fransa, Rusya ve diğer Avrupalı rakiplerin bu çevrelerde güç odakları oluşturmalarına izin verilmemesi şeklinde idi. Bu çerçevede, Orta ve Yakın Doğunun İslami toplumlarını desteklemek, dünya görüşü ne olursa olsun, tüm İngiliz hükümetlerinin vazgeçmediği bir davranış olmuştu… Bu dönemde, Rus İmparatorluğu, Majesteleri Hükümetinin bölgedeki en önemli rakibi idi… İngilizler ile Ruslar arasında, Hindistan, Afganistan, İran ve Osmanlı İmparatorluğunun Arapça konuşan coğrafyası için korkunç bir çekişme başlamıştı.
Bu nüfuz çekişmesinin tarihi, İngiliz Başbakanı Duke Wellington’un 1829 yılında Hindistan’ı Ruslardan korumak için Afganistan’da feodal karakterde emirlikler oluşturmasına ve bunları tampon bölgeler haline getirmesine dek gider… Kraliçe Victoria için, "dünyadaki İngiliz ve Rus egemenlik sorunu" olarak görülen bu nüfuz çekişmesine, Hindistan’daki İngiliz yöneticileri "Büyük Oyun" adını vereceklerdir.
Ancak, 19. yüzyılın sonlarında, Osmanlı İmparatorluğu ile çok büyük bir ticaret hacmine ulaşan İngiltere’nin, bu konuda Fransa ve İtalya ile rekabete girmesi; Alman İmparatoru II. Wilhelm’in Sultan II. Abdülhamit ile yakın ilişkiler kurması Büyük Oyun’a uluslararası bir nitelik kazandırır. Artık masanın etrafında yalnızca İngiltere ve Rusya yoktur… Çekişmenin ağırlık noktası ise genelde Osmanlı topraklarına, özelde Ortadoğu’ya kaymıştır.
Almanya’nın yeni bir güç olarak tarih sahnesine girmesi, dünya siyasetinde yeni bir devir başlatır. İngiltere’nin sanayi alanındaki göreceli düşüşü de bu tarihle eş zamanlıdır. Birkaç rakam vermek gerekirse, 19. yüzyılın ortalarında İngiltere ve onun idaresi altındaki topraklar, dünya kömür ihtiyacının üçte ikisini, demir ihtiyacının yarısını, çeliğin yüzde yetmişinden fazlasını ve ticaret hacminin yüzde kırkından fazlasını ifade etmektedir. Ancak, 1870’lerde durum Londra’nın aleyhine gelişmeye başlar. 20. yüzyılın başlarında gelişmeye başlayan kimya ve makine endüstrisinde Almanya başı çekmektedir. İngiliz yatırımcıların Amerika’yı keşfetmeleri de imparatorluk sınırları içindeki iş hacminin düşmesine neden olur.
Londra’nın önemli gazetesi The Economist’in tespitine göre, "Almanya’nın önem kazanması Rusya’yı gölgede bırakmıştır…" Çarın 1904 yılında Japonya’ya yenilmesi ve burada neredeyse tüm donanmasını kaybetmesi, daha sonra, 1905 yılında başkent St. Petersburg’daki rejim ayaklanmalarına karşı Rus ordusunun yetersiz kalması bu kanıyı güçlendirmişti.
Yine de Londra hükümetleri eski hasımlarını kıskaç altında tutmaya devam etmiş, Rus – Japon sürtüşmelerinde Japonya’yı desteklemiş, Avrupa’da Almanya’ya karşı Fransa ile ittifak kurma gayreti içinde olmuştur. Burada, Rusya ile Fransa arasındaki sıcak ilişkileri bile göz ardı edebilmiştir.
Bu durum, 1905 yılında Londra’da başa geçen liberal iktidarın 1907 yılında Çarlık ile masaya oturup Büyük Oyunun kurallarını yeniden belirlemesine dek sürmüştür: Buna göre, Asya’da Tibet kuvvetten arındırılmıştır; Rusya Afganistan’daki emellerinden vazgeçmiş ve ülkenin kontrolü İngiliz Hindistanı’na aktarılmıştır; İran biri tarafsız diğerleri Rus ve İngiliz kontrolünde olmak üzere üç bölgeye ayrılmıştır.
Bir yandan Çarlık Rusya’sı ile yapılan anlaşmalar, öte yandan Avrupa’da, Almanya’ya karşı Fransa ile oluşturulan ittifak, Büyük Britanya İmparatorluğunun son derece karmaşık idari yapısı içinde ciddi sorunlar yaratmıştır. Merkezi Londra hükümetinin yeni politikalarını, Mısır, Sudan ve Hindistan’daki yerel yöneticilerin anlamaları ve Ortadoğuda Fransa ile Orta Asya’da ise Rusya ile o ana dek çekişmeye dayalı eski ilişkileri terk edebilmeleri hem zor olmuş, hem de çok uzun zaman almıştır.
Britanya İmparatorluğu’nun etkin çevreleri arasındaki önemli bir görüş farkı da, hemen hemen çökmüş durumdaki Osmanlı Devleti’nin yok olmasının Ortadoğu’da yaratacağı girdap ile ilgilidir. Temelde, herkes, hem Londra hükümeti hem de bölgedeki İngiliz yetkililer, Osmanlı’nın tarih sahnesinden silinmesi ile Ortadoğu’daki idarenin tamamen Avrupa’ya geçeceğini biliyorlardı ve bunda hemfikirdiler. Ancak, Londra’daki liberal hükümet burada aktif bir rol oynamak arzusunda değildi; Kahire ve Hartum’daki idareciler ise, Osmanlı İmparatorluğu’nun Arapça konuşan halklarının desteklenmesi ve bir şekilde İngiliz korumacılığı altına alınmaları gerektiği, böylece burada olası Fransız etki alanının yok edileceği; Arap unsurların Osmanlılar aleyhine dürtülerek elde edilecek toprakların Hindistan ve Mezopotamya yolunu açık tutmak için çok önemli olduğu fikrindeydiler…
1914 yılında başlayan savaş, "Büyük Oyun"un kurallarını alt üst eder. Artık kural, kuralsızlık olmuştur. Kahire’deki İngiliz yöneticileri Hicaz Emiri Hüseyin’in liderliğindeki Arapları Türklere karşı ayaklanmaya teşvik eder. Arap isyanı, vaat edilen krallık ve hilafetin Türkler’den Araplar’a verilmesi karşılığı garanti altına alınır. Osmanlı’nın Suriye eyaletine göz diken Fransızlarla, Avrupa’da Almanlar’a karşı yapılan anlaşmaların hatırına bir paylaşım şekli bulunur: Sykes – Picot Anlaşması olarak anılacak bu mutabakat, Ortadoğu’nun bu iki güç arasında taksimini öngörür. Rusya’nın Anadolu’nun kuzeydoğusunda bloke edilmesi için, bu bölgede bir Ermeni Devleti’nin kurulması desteklenir. Ve nihayet, "Süt ve Bal" ülkesine gelerek yarınlarını garantiye alma arzusunda olan Yahudilere, 1917 Balfour Deklarasyonu ile "ulusal yuvalarını" oluşturma fırsatı tanınır.
Savaşın kaosu içinde, İngiltere – Mısır – Hindistan eksenindeki hâkimiyetini kaybetmek istemeyen Londra hükümeti böylece Rus, Fransız, Ermeni, Arap, Yahudi herkese bir şeyler hakkında söz vermiş ve sonuçta bölgede bugünlere dek sürecek istikrarsızlığın kaynağı olmuştur.
Günümüzde "Büyük Oyun", masanın etrafındaki oyuncular farklılık göstermesine rağmen devam ediyor. Amerika Birleşik Devletleri, aralarındaki fikir ayrılıklarına rağmen Avrupa Birliği ülkeleri, halen feodal yapılarından kurtulamayan Arap ülkeleri, katı İslam çizgisinde giderek radikal bir söylem geliştiren İran ve bölgedeki uzantıları, olayları daha uzaktan izleyen fakat eli güçlendiğinde her an oyuna döneceğinin sinyallerini veren Rusya…
Bugün Ortadoğu denilince ilk akla gelen İsrail – Filistin problemi ise, "Büyük Oyun"un vazgeçilmez bir öğesi, oyuncular için, bölgesel siyasetin sıcak tutulması anlamında kullanılan bir başucu sorunudur adeta. Oysa düşünüldüğünde, çekişmenin çıkış noktası gelişen olayların ağırlığı altında yitirilmiş, onyıllardır süregelen savaş ve çatışmaların nedenleri gitgide belirginsizleşmiştir. Toz dumanın ardında kalan gerçek ise oyunun birinci kuralıdır: çözümsüzlük.