Ülkemizde spor programlarını ve spor sayfalarını işgal eden zatların en son hangisinin ağzından futbolun bir geometri, bir matematik, bir edebiyat, bir resim, bir felsefe, bir psikoloji olduğunu işittiniz ? Varsın popüler tartışmalar, varsın penaltı mı yoksa ofsayt mı didişmeleri, hadi o da olmadı "bu Türk futbolcularından birşey olmaz" aşağılamaları üstüne hafiften çeşitlemeler... Bu futbol programlarını izleyenlerin kaçta kaçı 105 çarpı 65in ne anlama geldiğini bilir acaba ? 7,32 metre sadece bir uzunluk birimi midir yoksa ? Hay Allah, 2,44 metre yükseklik de neydi yahu? Futbol bir ilimdir, bir bilimdir dedim, o zaman başlayalım... Futbol saha ölçülerinin boylamasına 105 metresini, enlemesine 65 metresini parselleyen aynı renk forma giymiş adamların hepsine takım deniyordu, galiba... Peki, geometrik olarak sahayı bölüşen oyuncular; 7,32 metre uzunluğun, 2,44 metre yüksekliğin arasından topu geçirdiklerinde çocuklar gibi sevinmiyorlar mı ? Futbolcular, beyaz direklere sahip bu dikdörtgenin arasından şiir gibi atılan bir gol sonrası foto-muhabirlerine nasıl bir poz veriyorlar acaba ? Aah o Hagiyi seyre daldığımız dakikalar, Anelkanın topa hakimiyeti, Sergenin çalım becerisi futbol edebiyatının en güzel örnekleri değil mi yoksa? Tanju Çolakın röveşata ile attığı goller, tuval üzerine yapılmış binlerce resimden daha güzelini ifade etmiyor mu? Futbolcuların top oynarken aralarında kurdukları üçgen paslaşmalar, iç açılarından mı yoksa estetik olarak iç açıcılıklarından ötürü mü futbolseverlere zevk verir? Matematikten anlamayan insana, hangi üçgenler bu kadar hoş gelir ki? Fatih Terimin futbol felsefesi ile Mircea Lucescunun futbol felsefelerini bir teraziye koysak ofansif anlamda hangisi daha ağır basar ? Niye her erkek çocuk 3dž yaşından itibaren evinin koridorunda topu tekmelemeye (futbolun ilk adımlarına) başlar, hiç düşündünüz mü? O yaştaki bir çocuğun psikolojisi, bu tarz bir davranışı zorunlu mu kılar ? Yoksa o bilinen replik tekrar mı eder ; "Futbolla mı alakadar? Hıı, peki neyse..."
nafile tartışmalarda bulunmaları yerine... Ülkemdeki spor yazarlarının, spor gazetecilerinin futbolun sosyolojik bir vaka olduğunu haykırmalarını isterdim. Örneğin, Portekiz diktatörü Salazarın ülkesini yıllarca nasıl muhalafetsiz ve baskı ile yönetebildiğinin sırrını anlatmalarını isterdim... "3 F" yani futbol, fiesta, fado ile... Açmak gerekirse, Salazar halkını yıllarca futbol, fado (Portekiz arabeski ağıt gibi) ve fiesta (tembel yaşam) ile uyutmuştu. Böylece futbol, birçok gerilimin tırmanmasına, dikta rejimi ile yönetilen bir halkın isyanlarına engel olmuştu. Bir başka deyişle futbol sosyolojik bir araç olmuştu kimilerinin amaçları uğruna...
Futbol bazılarını uyuturken, bazılarına ise sebep oldu savaşmak için... 1969 yılında Orta Amerikada yaşananlar futbolun bir halkı ne kadar etkilediğinin resmi kanıtı gibiydi aslında... 1970 Dünya Kupasına katılmak için karşı karşıya gelen El Salvador-Honduras maçları iki ülkede de toplumsal olaylara neden olurken, maçlardan sonra çıkan savaş iki ulusun da futbol sahasında alınan sonuçları nasıl önemsediğini belirginleştiriyordu. Futbol maçı sonucunun, bir insan hayatını daha savaş yaşanmadan nasıl etkilediğini Polonyalı gazeteci-yazar Ryszard Kapuscinsky, Futbol Savaşı adlı kitabında şöyle belirtiyor : "...Roberto Corduna, son dakikada Hondurasın galibiyet golünü kaydederken, 18 yaşındaki Amelie Bolanias, El Salvadorda televizyonun başında oturuyordu. Ayağa fırladı, babasının tabancasının durduğu çekmeceye koştu. Sonra kendini kalbinden vurdu. Salvador gazetesi El Nacionalde ertesi gün "Genç kız, vatanının yıkılışını görmeye tahammül edemedi" deniyordu. Tüm başkent, Amelie Bolaniasın televizyondan naklen yayınlanan cenaze törenine katıldı. Cenaze alayının başında, bayrak taşıyan bir askeri muhafız bölüğü yürüdü. Başbakan ve bakanlar, bayrağa sarılı tabutun peşinde yürüdüler. Hükümetin ardından, Salvador Milli Takımının ilk on biri geliyordu..."
Futbolun enteresan enstantanelerini anlatmak yerine, sadece üç büyük takımın enteresan hallerini anlatma kabiliyetine sahip insanlar, gerçekten de spor yazarları mıdır ? Evde maç seyrederken hepimizin içine girdiği o ilginç konsantrasyon durumu, stada doluşmuş 80.000 kişinin sahadaki 22 oyuncuyu koşuştururken çıplak gözle izleme zevki, kilometrelerce uzaklarda kaldırılan bir kupa sonrası yanaklara düşen gözyaşı damlaları, ezeli rakibini unutulmayacak bir skorla yenmenin verdiği gurur anları, dünyanın dört bir yanında tanınan futbolculara sahip olmanın sağladığı özgüven futbolun en güzel enstantaneleri değil midir ?
Futbolu sadece saha içerisindeki tartışmalardan ibaret gören insanlar nasıl yanıldıklarının hiç farkında değiller. Ne yazık ki, bu sporun neden dünyanın dört bir yanında, çocukluktan yaşamın sonbaharına kadar nasıl aç bir hevesle oynandığını açıklama kabiliyetine sahip olmayan spor yazarlarına sahibiz. Bu yüzden de ülkemizde sporun gelişme hızı oldukça düşük... Uzun lafın kısası, bu ülkede sporu yönlendiren, sporu yazan kişiler değişmedikçe ya da gelişmedikçe futbolla ilgilenen herkes o malum repliğe takılıp kalacaktır : "Futbolla mı alakadar ? Hıı, peki neyse..."