DTÖnün 2005 yılı Dünya Ticaret Raporuna göre, 2004 yılı son 10 yılın hem büyümenin hem de küresel ticaretin en hızlı artış gösterdiği yılı oldu. 2004te yüzde dört büyüyen dünya ekonomisi, ticaretin artışına da pozitif etki yarattı. Bu nedenle, 2004teki yüzde dokuzluk reel ihracat artışı bir önceki senenin iki katından fazla. Dünya üzerinde tüm kıtalar, bu büyümeden nasibini almış, fakat farklı oranlarda. Ticaretin en yoğun gerçekleştiği bölgeler, Asya, Güney ve Kuzey Amerika ülkeleri ile Bağımsız Ülkeler Topluluğu. Özellikle emtia ticaretinin çok yoğun bir dönem yaşadığı 2004 senesi, Afrikadaki birçok az gelişmiş ülkenin bile dünya ticaretinde söz sahibi olmasına imkan verdi. 2005 senesindeki toplam ticaret hacmi artışı yüzde 6.5 olarak öngörülüyor, bunun sebebi olarak da küresel sorunlar gösteriliyor. Sorunlar arasında, yüksek enerji fiyatlarının üretim maliyetlerine olumsuz etkisi, 2005te yaşanan kasırga, deprem ve terör gibi felaketlerin üretimi kısması, bazı gelişmiş ülkelerin durgun ekonomileri, faiz ve kurların kimi ülkelerde dengesizliklere yol açmaları gösteriliyor.
Dünya ticaretinin geneline bakıldığında, iki önemli sonuç ortaya çıkıyor. Bunlardan ilki, ticaretin en yoğun olarak gerçekleştiği bölgelerde var olan ticaret blokları. Farklı yapıları, yaklaşımları ve hedefleri olmasına rağmen güçlü ticaret bloklarının etkin olduğu ülkeler küresel ekonomide daha fazla pay sahibi durumdalar. Bu blokların arasında, Güney Amerikada Mercosur, Kuzey Amerikada Nafta, Asyada Aseanve Avrupada AB gösterilebilir. Gelişmekte olan ülkelerin sözü edilen ticaret bloklarıyla tam üyelik, ya da ikili serbest ticaret anlaşmaları imzalaması ekonomik ve siyasi olarak uzun dönemli istikrarın bir parçası olarak görülebilir. İkinci olarak, küresel ticaretin ağırlıkla ülkeler arasında değil, ulusötesi şirketler (UÖŞ) arasında yapıldığı gözlemleniyor. Bu rakam 2004 itibariyle yüzde 67.65e ulaşmış durumda. Bu nedenle ulusötesi şirketler yerel, bölgesel ve küresel büyümede büyük önem arz ederken, yıllık cirolarıyla gelişmekte olan birçok ülkenin gayrisafi milli hasılasından daha yüksek rakamlara ulaşıyorlar. Araştırma & geliştirme yatırımları, teknolojik altyapı gibi yüksek meblağlı yatırımları kendi öz kaynaklarıyla gerçekleştiremeyen ülkeler için, UÖŞler küresel rekabete geçişte birer kaldıraç, birer çıkış kapısı görevi görüyorlar. Harvard Üniversitesi profesörü
Robert Borro bu gibi şirketlerin yatırım tercihlerini belirleyen faktörlerin arasında geleneksel olarak öngürülen coğrafi konum, pazar büyüklüğü, büyük pazarlara yakınlık, ucuz iş gücü maliyeti, esnek çevre ve koruma kanunları yerine kişi başına düşen milli gelir, kamu harcamaları, hukukun üstünlüğü, uluslararası açıklık ((IT+IH)/GSMH olarak hesaplanıyor. Sonuç ne kadar büyükse ülkenin açıklığı o kadar küçük oluyor), enflasyon oranı, çocuk ölüm oranı, eğitim kalitesi ve zorunlu eğitim süresi gibi etkenleri sıralıyor.
Bu bağlamda, son yıllarda dünya ekonomik gündemin en çok ve en sık ilgilendiren konuların başında gelen Çin ve Hindistanın istikrarlı büyüme performansları ve izledikleri politikalar Borronun öngörüsünü doğruluyor. Örneğin, Çinin DTÖ istatistiklerine göre Avrupa ve Amerikada işlenmiş ürün pazar payı yüzde 50nin üzerinde. Oysaki sadece iki sene önce Meksikanın Amerikadaki pazar payı Çinin iki katıydı. Ancak, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin önünde hâlâ büyük fırsatlar bulunuyor. Çinin dünya pazarında giderek artan egemenliğine karşın ithalatı ihracatından daha çabuk büyüyor. Özellikle petrol, demir-çelik, değerli madenler, kimyasallar gibi ham madde ile ara madde ithalatı yapan dünyanın en büyük pazarı Çinde toplumsal refahın artışıyla beraber lüks tüketim talebi de artıyor. Shanghai, Pekin, Guangzhou, Ningbo gibi şehirler birer Avrupa başkentini andırıyor. Özellikle bu şehirlerin hinterlandlarını katıldığında 200 milyonluk bir kesime yönelik kaliteli tekstil ürünlerinden gıdaya, otomobilden lüks konuta kadar birçok alanda ihracat olanağı bulunuyor. Markalaşmanın kaliteye eklendiği, küresel tanınırlılığın fark yarattığı tüketici eğilimlerinde Türk firmalarının önünde geniş imkanlar sözkonusu, tabii ki akılcı ve yaratıcı pazar giriş stratejileri başarıda kritik bir rol üstleniyor.
SONUÇ
Ekonomisini yeniden yapılandırılan, siyasi istikrara sahip, iş süreçlerini revize ederek yabancı yatırımcılar için bir çekim merkezi aday Türkiyenin Avrupa Birliği süreci ile bölgesel bir güç ve odak merkezi olma hedefi hayata geçmeye daha muktedir görülmektedir. Bu bağlamda, tam rekabetçi, ulusal kalkınma stratejilerini net biçimde ortaya koymuş, teknik, idari ve hukuki altyapısını güçlendirmiş Türkiyenin önünde büyük fırsatlar yer almaktadır. Bu süreçte dikkat edilmesi gereken en önemli unsurlardan biri, küresel ve yerel risklerin göz ardı edilmesi ve dolayısıyla stabilizasyon sürecini tamamlamış ve gözünü büyümeye dikmiş Türkiyenin orta ve uzun vadeli istikrarı için büyük bir handikap teşkil etmesidir. Nitekim, bir yandan benzerine az görülür biçimde gerek dünyanın önde gelen Batı, Arap ve Yahudi sermaye ve yatırım kuruluşlarını çekebilme, öte yandan Koç, Sabancı, Enka, Alarko ve Akfen gibi sermaye gruplarının sermaye ihracat etmeleri sonucunda bölge ekonomilerinde giderek çok daha geniş iş hacimlerine ulaşmaları yakın gelecekte Türkiyeyi karşılaştırılmalı olarak dünya ekonomileri arasında gelişmiş ekonomiler grubuna dahil edebilecektir.