Türk Yahudilerinin Sanattaki Yeri - 2

Coya DELEVİPrag`da yaşamış Yahudi din adamlarının en ünlelerinden biri de Rabbi Loeb`tir. Ona duyulan derin saygının ve biraz da ürküntünün sonuçu, Büyük Rabbi Loeb diye anılırdı.Talmud`la ilgili engin bilgisi yanısıra, Kabala`nın gizlerini, doğa üstü güçleri araştırırdı. Genellikle, simya ve okültizmle ilg

Perspektif
9 Ocak 2008 Çarşamba

"Türk Yahudilerinin sanattaki yeri" konulu dosyamızın ikinci sayısında yazar Mario Levi’nin konu hakkındaki yazısını ve de bir sanat adamı olarak özgeçmişini okurlarımızla paylaşıyoruz

- Sanat özgürleştirir -

Mario Levi
Stefan Zweig, dünya edebiyatının belki de en içtenlikli otobiyografilerinden biri olan ‘Dünün Dünyası’nın ilk sayfalarında, Yahudi’nin,  bir yerden sonra, kendisini paranın lanetinden korumak istediğini söyler. Yazara göre zengin bir Yahudi ailesinde, ikinci veya üçüncü kuşaktan sonra, birçok insanın, sanat, bilim veya düşünce alanıyla ilgili bir uğraşa yönelmesi bundandır. Kervana kendisi de kaçınılmaz bir şekilde katılmıştır.
Bu yaklaşım Türkiye Yahudileri için nereye kadar doğrudur?.. Yüzyıllara dayalı varoluş serüvenin gösterdikleri, bizi ister istemez kuşkulu olmaya zorluyor. Kendisini bu alanların birinde var etmeye çalışmış bir insan olarak bu durumun nedenleri üzerine elbette düşündüm. Bana göre açıklamalardan birini en geniş anlamıyla ‘getolaşma’ eğiliminde veya tercihinde aramak mümkün.
Yahudi toplumu bu ülkede, anlaşılabilir ve açıklanabilir gerekçelerle çok uzun bir süre içine kapalı bir toplum olarak varlığını sürdürmeyi seçti. Bu durum gerçek anlamda birey olmanın önünde duran bir engel, hatta bir duvardı da aynı zamanda. Bugün kendilerini, gerek eğitim, gerek sanat, gerekse bilim alanında kanıtlamış birçok insanın bu gettonun ya dışında, ya da periferisinde kalmış olması rastlantısal değildir.
Aynı durum dünyanın başka ülkelerinde de geçerli olmuştur aslında. Edebiyat da, sanat da bir çeşit özgürleşmeyi ve olası üst benlik sorunlarını bir biçimde aşmayı gerektiriyor. Kolay bir savaş değildir bu. Nereye kadar başarılabileceği de şüphelidir.
Böyle bir seçim, bir kimliği yadsımayı gerektirmiyor elbette. Ben tam aksine, böyle bir getonun sınırlarını zorlamakla Yahudi’nin kimliğini daha doğru ve anlamlı bir biçimde yaşayacağına inananlardanım. Hayatım ve yaşadıklarım bu gerçeği baha fazlasıyla gösterdi. Dahası var. Sesini ve kimliğini, evrenselliğin boyutlarıyla harmanlayarak dışarıya duyurmak, bir kültürün yaşanırlığını sürdürmesine, sanılanın tam aksine, bir katkıda bulunmaktır. Günümüz Avrupası’nın bir Hıristiyan-Yahudi düşüncesi ve geleneği üzerine oturduğunu iddia edebilir miydik aksi halde?.. Ebrunun çağrıştırdıklarını, bir başka yazımda da ifade etmeye çalıştığım gibi, bu nedenle çok anlamlı buluyorum. Ancak sonuçta herkes, kendi yolunda ilerliyor. Yapılanları ve yapılabilecekleri düşündüğümde, o kadar da umutsuz değilim yine de. Ortada ödenmesi gereken bir bedel vardır. Hayat biraz da bu bedellerle değer kazanıyor.

- Yazarlık yolunda yürüyebilmek -
David Ojalvo
Bugün birçoğumuz Mario Levi’yi yazdığı kitaplardan tanırız. Mario Levi, toplumumuzdan çıkan sınırlı sayıda sanatçılardan, Türk Yahudileri arasında bilinen en iyi yazarlardan biri… Yazar Nedim Gürsel’e göre, topluma bizim gibi bir azınlık coğrafyasını anlatan yegâne örnek.
Türk Yahudileri sanattaki yerini ararken, Mario Levi’yi tanımamız gerek… Bu metinde kısa bir biyografi sunulacaktır.
Mario Levi 1957 yılında İstanbul’da doğdu. Çocukluğu Şişli, Feriköy ve Kadıköy’de, zamanında toplumumuzun nüfusça yoğun olduğu semtlerde geçti. 1980 yılında, Fransız ve Roman Filolojisi’nden mezun oldu. 1980 yılında üniversiteden mezun olduktan sonra hayata atıldı. Bir yandan  yazılar üretirken, diğer yandan iş hayatına atıldı, aile kurdu. Mario Levi, insanın kendisinden beklenenleri yaptığı takdirde, kişinin rahat bir hayat yaşayabileceğini düşündü; fakat böylesi bir hayat "gerçekten" rahat olabilecek miydi? Birtakım yaşantılar görünürde ve yüzeyde rahat olabilirdi; fakat insanın özünde gerçekten istediği yaşadıkları ile örtüşüyor muydu?  Kişi ne istediğini 20’li, 30’lu veya 40’lı yaşlarda da sorgulayabilirdi. Bu noktada, Mario Levi 20’li ve 30’lu yaşları arasında ciddî bir sorgulama ve düşünme sürecine girdi. Toplumun beklediği doğrultuda bir yaşam tarzı sürdürülebilirdi, bu şekilde yaşayan kişiler çoğunluktaydı; fakat kişinin gerçek istekleri ele alındığında burada aşılması gereken bir sınır vardı. Kolay değildi, çünkü kişinin kendi arzu ettiği yolu seçerek, bir "birey" olması birçok çatışmaya yol açacaktı. Bu sorgulamanın yanı sıra, kişi, "toplum dışına itilme" korkusu ile karşı karşıya kalabilirdi. Tüm bu düşünce sürecinin sonunda büyük riskleri göze alarak Mario Levi, 10 yıldır sürdürmekte olduğu ithalat mümesilliği işini bıraktı ve gerçekten istediği yola girdi. Süreç, tahmin edebileceğinden çok daha sancılı geçti Mario Levi için… Deyin yerinde ise çok acı çekti; fakat insanın tek bir hayatı vardı ve arzu ettiği yaşam yolunda yürümeye başladı.
Mario Levi’nin yazarlık tutkusu aslında okuduğu yıllara kadar uzanmaktadır. 1980 yılında mezun olmasına karşılık, aslında ilk hikâyesini 1975 yılında yazdı. Bu ve daha sonraki birçok hikâyesi hiçbir dergide yayınlanmadı, ta ki 1984 senesine kadar… 1984’te Şalom Gazetesi’nin Yaşam ekinde yayınladığı iki yazı, okur karşısına ilk çıkışı oldu. İlk hikâyesinin yazışının ardından geçen dokuz yıldan sonra, yazarlık adına ilk ürünlerini yayınlayabiliyordu ve Mario Levi hikâye serüveninde çoktan öğrendiği üzere direnmeye, savaşmaya ve de beklemeyi göze almaya devam edecekti.
Şalom Gazetesi’nde yayınladığı birçok metnin ardından Jak Deleon’un desteğini aldı. Böylelikle Stüdyo İmge dergisinde yazmaya başladı. 1985񮖒 yıllarında Stüdyo İmge’de yazmaya devam ederken ilk kitabı "Jacques Brel: Bir Yalnız Adam", 1986 yılında yayınlandı. Elbette Jacques Brel’in hikâyesini dile getirmek kolay olmamıştı. Bu kitabın yazılma ve yayınlanma serüveninde birçok zorluk yaşanmış, uzunca bir serüvenin ardından kitap yayınlanabilmişti.
Jacques Brel’in ardından Mario Levi Cumhuriyet Gazetesi’nde ve gazetenin Pazar dergisinde yazmaya başladı. Gazete için birçok ünlüyle röportaj yaptı. 1989񮖖 yıllarında Hokka dergisi ile birlikte, dergi yayıncılığına başladı. Dokuz kadar sayı yayınlandı. 1990ᇯ ve ’92 senelerinde Argos dergisi dönemi geldi. Argos dergisinin Mario Levi için özel bir önemi vardır; çünkü on beş yıllık sabırlı bir bekleyişin ardından, ilk hikâyesi "Bir Şehre Gidememek" bu dergide yayınlandı. Aynı ismi taşıyan ilk hikâye kitabı ise yine 1990’da yayınlandı, Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazandı. Artık "Mesleğiniz nedir?" diye sorulduğunda Mario Levi, "Yazarım" diyebilecekti. 1991 yılında Mario Levi’nin ikinci kitabı "Madam Floridis Dönmeyebilir" yayınlandı. 1992’de ise kendisinin daha çok bir "anlatı" olarak görmeyi yeğlediği "En güzel aşk hikâyemiz"i yazdı.
Kısa bir süre gazetecilik de yaptı. 1993ᇲ yıllarında kısa bir gazetecilik serüveninin ardından, uzun, çok uzun bir yolculuğu çıktı. Yaklaşık altı yılda bitireceği, uzun soluklu bir roman olan "İstanbul bir Masaldı" adlı kitabı kaleme aldı. Bu romanıyla Mario Levi bir mirası dile getirdi. Kendi satırlarıyla kitabı ön deyisinde şöyle yazıyor: "Bu mirası ‘dilimde’ yaşamanın hikâyesini anlatmalıydım, bu olasılığın, hayatımdaki, doğduğum, yaşadığım şehirdeki uzantısını, yeteneklerimin, ‘sınırlarımın’ elverdiği ölçüde görmeli ve göstermeliydim elbet." 
1990’lıların sonlarında artık Mario Levi, büyük riskleri alarak girdiği yazarlık yolunda başarıya ulaşmıştı. Yazarlık onun için en güvenilir sığınma alanıydı. Orada ona kimse yalan söyleyemez, kimse ona ihanet edemez, orada onu kimse kandıramazdı.
2000’li yıllara geldiğimizde ise Mario Levi’nin çeşitli dergilerde yazıları ve birtakım kolektif kitaplarda öyküleri yayınlandı. Bu sene içinde yine uzun bir süreçte yazdığı "Lunapark Kapandı" adlı kitabı yayınladı ve 1984񮖤 yılları arasında, yukarıda da sözü geçen gazete ve dergiler yer alan yazılarını "Bir Yaz Yağmuruydu" adlı kitabında bir araya getirdi. Yazarlık mesleğinin yanı sıra dokuz senedir Yeditepe Üniversitesi’nde reklâmcılık dersleri vermeye devam ediyor; diğer yandan da "Yazı yararımı atölyesinde" insanın kendisini yazıyla nasıl ifade edebileceğini gösteriyor.
Mario Levi bugün, başlarda oldukça zorlu ve sancılı geçen sürecin ardından, bulunduğu konumu "ne mutlu bana" sözleriyle anlatıyor. Belki bugün Mario Levi ithalat mümesilliği işini sürdürüyor olasıydı, çok farklı bir hayatı olabilirdi; ama o inandığı yolu seçti, yazı sanatında tutunabilmek adına çok şeyi göze aldı. Mario Levi’nin, biyografisini kaleme aldığı Jacques Brel’le gönül bağı vardır. Özellikle Mario Levi için, Brel’in rol aldığı Don Kişot müzikalinden yola çıkıldığında, Jacques Brel tıpkı Don Kişot gibi yılmaz bir savaşçıdır. Yaşadığımız bu azınlık coğrafyası ve hayatlarımızdaki zorluklar ele alındığında Mario Levi de bu çağın yel değirmelerine karşı, tıpkı Jacques Brel gibi, bir savaşçıdır.
Günümüzde Mario Levi hem insanın istediği yolda yürüyebilmesi, hem de Türk Yahudi’sinin çekinmeden sanatta yer alabileceğini göstermesi adına, hepimizin tanıması gereken örnek bir isim…