RİTA ENDER / [email protected]ına yıldız yağsın..."Kalmak var olmaktır ama seyahat etmek yaşamaktır" der Gustave Nadaud. Doğrudur, normal durumlar için geçerlidir. Ama bir de olağanüstü durumlar vardır ki; var olabilmek için kalmamalıdır insan. Gitmelidir. Yaşamak için yürümelidir.
Not: *Yazıların sonundaki şiirler
Sunay Akına aittir.
*March Of The Living turunun oluşmasında ve gerçekleşmesinde emeği geçen herkese
teşekkür ediyorum
VARŞOVA
Varşovadayız
16. yüzyılın ortalarında başkent olarak seçilen ve 20. yüzyılın ortalarında sokaktaki üç insandan birinin kamplara ve büyük ihtimalle ölüme gönderildiği Varşovada. Yahudiler Varşovaya 15. yüzyılda geldiler, 1414te Yahudi cemiyetini kurdular. Ama 1791 yılına kadar pek rahat edemediler. Çünkü her başa geçen kralın Yahudilerle ilgili vermesi gereken zor bir karar vardı;Yahudiler o topraklarda, bu şehirde yaşasın mı yaşamasın mı? Uzunca bir süre şehirden çıkartılıp geri alındılar, çıkartılıp geri alındılar. Ve nihayet 18. yüzyılda yönetimin değişmesiyle birlikte Polonyanın gerçek bir parçası haline geldiler. Aralarından pek çok yazar ve sanatçı çıktı. Yidiş tiyatrosu burada gelişti. Ama Lehçe konuştukları dil oldu. Varşova ise yaşadıkları ve Nazi kanunlarına göre değil doğa kanunlarına göre öldükleri şehir oldu; o yıllarda.
Biz de gezinin ilk gününde büyük bir mezarlığı ziyaret ettik. Sonraki günlerde gördüğümüz mezarlıklar gibi değildi burası, "toplu mezar" sisteminin dışında olan bir bölümü mevcuttu Soğuk ülkelerde mezar taşları dikey, sıcak ülkelerde mezar taşları yatay olur kuralı gereği pek çok mezar taşı yataydı. Taşların üstünde ölenlerin isimleri (pek çoğu Yahudi ismi), öldükleri tarih, hala ziyaret ediliyorlarsa bunu belli eden çiçek ve taşlar vardı. Ve bu heykel gibi mezar taşlarının üstünde bir takım semboller vardı ki; bunlar öleni karakterize ediyordu. Mesela Torayı ve Talmudu çalışanların veya sinagogda Tora okuyanların yani bilgeliğin sembolü kitap; fakirlere yardım eden insanların, cömertliğin sembolü sadaka kutusu
Tabii İkinci Dünya Savaşı ile birlikte heykeli andıran mezar taşlarının görüntüsü de değişiyor. Hitler bir ilki gerçekleştiriyor ve ilk defa savaş olmadan bir şehri bombalıyor. 1 Eylül 1939da Varşovayı bombalıyor.
Ardından 1940ta çıkan kanunlarla beraber Yahudiler sarı yıldızlarını takıyorlar ve Avrupanın en büyük gettosunda "yaşamaya" başlıyorlar.
Mezarlıktan sonra bu gettoları gördük. Bir ayda yaklaşık 4000 kişinin hastalık, fazla kalabalık, açlık, soğuk vs.den öldüğü gettoları. Etrafına duvar örülmüş, demir kapıları her gece kilitlenen gettoları. Mahallenin yayılmasını engellemek amacıyla upuzun yapılan , yüksek gettoları.
Ve şimdi o gettoların içinde yaşayan insanları, sek sek oynayan çocukları, balkona sığmamış bisikletleri, asılı çamaşırları gördük. Yanına gidince duvarın yanında ne kadar küçük kaldığımızı, gökyüzüne bakınca ne kadar uzakta olduğunu gördük
Ama bu getto içinde yaşayanlar yeryüzünün gökyüzüne daha da uzak olduğu yerlerde de yaşadılar. 1942nin Eylülünde Almanlar, Yahudileri Varşova Gettosundan sınır dışı etti ve Treblinka Kampına, yani ölmeye yolladılar.
Bu katliam yüzünden ölen Yahudilerin bir kısmı Varşovadaki büyük mezarlığa gömüldü. Geceleri gömüldüler. Çünkü böylece diğerleri, geceleri gettodan çıkmış oluyorlardı.
Yer altından kazdıkları tünelle mezarlığa gelip gömüyorlardı ama bazı taşları isimsiz bırakmışlardı. Neden? Pek çok nedenden
Bazı zamanlarda kimin öldüğü bilinmediği için, bazı zamanlarda ölenin yemek hakkını yani 150 kaloriyi yaşayan birisi alsın diye, bazı zamanlardaysa psikolojik nedenlerle. Anne, çocuğunun ismini taşta görmek istemiyor
Görmek istemediklerini yaşamak bir isyan sebebidir. Ve bu haklı sebebe dayanarak Nisan 1943te Varşova Gettosunda ayaklanma çıkıyor. Alman ordusu ayaklanmayı bastırmakta problem yaşıyor
Bazı Yahudiler kaçıp kurtuluyor, bazıları gömülüyor toprağa, toplu mezarlığa!
Mezarlar arasında yürürken ve yitirirken; hissettiklerimi en iyi şu şiir dile getiriyor:
"Söz gelimi/ bir cenaze törenine/ katılır gibi yürüyorum sokaklarda/ ve iğneyle tutturulmuş/ çocukluk fotoğrafım/ gülümsüyor ceketimin/ yakasından"
MİRİAM AKAVİA
Miriamlayız... Mavi gözlerini dünyaya Krakovda açan, bu şehirde gözlerinin önüne serilen onca kötülüğe, vahşete, insafsızlığa, ölüme ve daha beterlerine rağmen; "Benim gözümde; dünyanın en güzel şehri Krakovdur." diyebilen Miriamla...
Gören göz anlıyor.. Biz de bu gezi ile Holokostu biraz olsun anlayabildiysek; bunun nedeni Miriamdı. Miriamı görmek, ona dokunmaktı bana göre.
Bir insanın hikayesinin bir olayla -ne kadar etkili, derinden yaralayıcı da olsa- sınırlı kalamayacağının aramızda gezen kanıtıydı.
Miriam, 1927 yılında Krakovda, her ferdi mavi gözlü olan bir ailenin en küçük çocuğu olarak doğmuş. Ailesinin maddi durumu iyiymiş; kitaplarla dolu bir salonu olan, oldukça rahat ve modern bir evde yaşıyorlarmış. Evde kaşeruta bakıyorlarmış ama çok da dindar değillermiş. Kardeşleri Yahudi okuluna, kendisiyse devlet okuluna gitmiş. Diğer kardeşleri gibi İbranice öğrenmiyormuş ama çok da memnunmuş hayatından..Zaten sokaklarda da Lehçe ifadeler varmış hep... Mesela "Yahudiler gidin" Niye diye sormuş annesine. Annesi "korkma onlar holigan" demiş, geçmiş.
Ama bu holiganlar ondan en güzel yıllarını çalmış. Savaş başlamış; 12 yaşındayken. Ailesi ile birlikte önce Krakov Gettosunda sonra Plaszowda, sonra Auschwitzde, sonra Bergen-Belsende yaşam mücadelesi vermiş. 14 yaşındayken bir grup çocuğa bakma görevini üstlenmiş...
Ari ırkından olduğunu gösteren, kendisi için hazırlanmış bir belgesi varmış. Kullanabilirmiş. Sarı saçları, mavi gözleri ve beyaz teni sayesinde kaçabilirmiş. Ama neden demiş, ailem oradayken neden kaçayım...
Diğerleri gibi o da, 30 sene hakkında tek bir kelime konuşamadığı günler geçirmiş...
Aynı filmlerdeki gibi bağıran Nazi subaylarının arasında 30 kiloluk bedeniyle savrulmuş. Görmek isteyenler için azıcık sıyırıp hemen kapattığı numaralı kolunu verdikleri sabunla(!) yıkamak zorunda kalmış. 500 kişi bir barakada yaşarken kendisini bir sebepten şanslı hissetmiş; annesi ve ablasının ortasında yatmaktan, yaşamaktan! Onların bedeni Miriama ev olmuş. Hastalanmış, tifoya yakalanmış. Bir Yahudi kendi ekmeğini ona vermiş, bir doktor aspirin bulmuş
Annesi kampta ölmüş. Abisi gittiği yerden geri gelmemiş. Uzunca bir süre gördüğü her erkeğe abisi mi diye bakmış...
1946da İsraile gitmiş. Kaldığı kibutzda eşiyle, onun ifadesiyle "oradaki en yakışıklı erkek" ile tanışmış. Evlenmişler. Gurur duyduğu çocukları olmuş.
Aslında lisanslı hemşire olan Miriam, bir dönem Tel Aviv Üniversitesinde tarih ve edebiyat da okumuş. Ve yıllar sonra yazdıklarıyla, yayınlanan kitaplarıyla edebiyat ödülleri kazanmış. Kendisi Polonya ve İsrail arasındaki dostluk elçiliği yaparken kitapları da pek çok dostunun diline çevrilmiş.
Arada o dönmüş kendi dilini konuştuğu Polonyaya. Polonyada yaşamayı tercih edince sormuşlar; "neden?"; son derece basit bir cevap vermiş; "çünkü Polonyalıyım."
Auschwitzdeki anma töreninden (binlerce kişinin katıldığı etrafta insanların fotoğraf çektiği, çimlerin üstünde yemek yendiği, bayrakların taşındığı, konuşmaların yapılıp mumların yakıldığı seremoniden) dönerken sordum ona; " Böyle bir ortamda, burada bulunmak ne hissettiriyor sana? Her sene gelir misin?" "Hayır, ilk defa geliyorum. Festival gibi burası... Ben yalnız geliyorum" O sırada ağır çantasını diğer koluna astı. Taşımayı teklif ettim; tam da tren raylarının ortasındayken. "Hayır" dedi "Herkes kendi işini görebilmeli."
Beş gün boyunca hep böyle sorduk. Cevapladı, anlattı. Bazen sustu ve baktı. Uzun, derin, çalınmış gözyaşlarının maliki olarak baktı.. Ve onun bakışları da bizimle kaldı.
Nefretten arınmış, yorgun ama çabalayan, kabullenmeyi başarmış, gerçekle yaşamayı öğrenmiş ve öğretmiş, iyi kalpli, insanları seven, güzel yüzlü Miriamı unutamayacağız, unutamayacağım.
Çünkü Miriam; "Seni bir çivi/ gibi çaktım/ çünkü beynime/ ve toplayıp/ bütün kerpetenleri/ attım denize."
MAJDANEK
Majdanek Kampındayız
1941de Rus askerlerini tutuklu kılmak için kurulan ve sonra maksat değiştirip 44e kadar sarı yıldızlı masumların topla(n)ma kampı olan Majdanekte...
Majdanek sadece toplama kampı değildi aynı zamanda çalıştırma ve yok etme alanıydı.
Biz, şimdi müze olan bu alana gezinin dördüncü gününde gittik ve uzun süre etkilerini üzerinde taşıyacak kadar duygulandık; her birimiz...
Elektrik akımı taşıyan parmaklıklarla çevrili kampa girerken 40lı yıllarda aynı yoldan 500 000 insanın girdiğini ve bunların yarısının yaşam koşulları sebebiyle, yüzlercesinin gaz odalarında bir seçimden geçerek, onlarcasının zalimlikten öldüğünü biliyorduk.
Bilmediklerimiz, bilmediklerim de vardı. Mesela, Majdanek girişindeki villada yaşananlar. 227 barakalı ve 18 gözlem kuleli kampın idari işlerinden sorumlu olan kişisi, beyaz boyalı ama gri kapılı villada oturuyormuş, karısıyla beraber. Bu villada da tabii ki Yahudiler çalışırmış. Adam, bir dilim ekmekle beslenen pek çok Yahudiyi servis ettikleri et yeterince sıcak olmadığı için vurmuş. Karısı ise daha komplike işlere bulaşmış. Tüysüz erkeklerden çok hoşlanırmış, ne yapsın? Kamptan yakışıklı ve göğsü tüysüz olan erkekleri seçmiş. Hayır hayır; sadece lamba yapmak için!
Sarayı geçip uzun yolda yürümeye devam ettik. 250 kişilik ama çoğunlukla 500 kişi kalınan barakaları gördük.
Barakalardan birinde ayakkabıları vardı, binlerce ayakkabı. Ölü bedenleri gibi üst üste gelmiş ayakkabılar, kırılmış topuklar. Bir diğer barakada ise çizgili ve tabii sarı yıldızlı tutuklu üniformaları, yatakları, tarakları, fotoğrafları, mektupları vardı. Mektuplarını, mürekkebi çoktan kurumuş el yazılarını gördük.
Dinlemek ve görmek beklentilerimiz arasındaydı. Ama koklamak
Koklamak yoktu hesapta. Yakılan bedenlerin kokusunun tahtalardan sızacağını düşünememiştim.
Kokuyu içimize çekerek ve içimizde tutarak; saçlarının kesildiği bölümden, seçim yapılan yerden, duştan, gaz odalarından, krematoryumdan geçtik Bizim gibi geçip gidemeyenler için Kadiş okuduk, mumlar yaktık. Kurtulanların kendi kelimeleri ile, şiirleri ile ifade ettik hislerimizi
Dönüş yolunda çarpıcı heykelle, Yahudi oldukları için yakılanların külleri ile ve küllerinin üstünde "Let our fate be a warning to you" (Bizim kaderimiz sizin uyarıcınız olsun) yazısı ile karşılaştık
Kaderleri gerçekten uyarıcı etki yaptı. Herkes sustu. Tek bir canlı ses, kuş sesi bile yoktu.
Doğru ya şair söylemişti: "Yalnızca ben bilirim/ diktatör heykellerine/ pislemek için/ göç ettiğini/dünyadaki bütün/ kuşların"