Rıfat N. BALİAslan Yahni`nin derlediği, yayına hazırladığı ve geçtiğimiz haftalarda yayınlanan 90.Yıl Kuruluşundan Bugüne İhtiyarlara Yardım Derneği kitabı hatırladığım kadarıyla derneğin tarihçesini anlatan, ilki 1994, ikincisi 1998 yıllarında yayınlanan, kitabın üçüncü baskısı. Aslında her ne kadar t
Alber BİLEN
19 Nisan 2006 tarihli Şalom Gazetesinde Yakup Barokasın her zamanki gibi enteresan bir başmakalesi çıktı. Yazının başlığı "Özgürlük Bayramı ve düşündürdükleri". Yazıda Hitlerin Kavgam adlı kitabının ülkemizde en çok satılan kitaplar arasında yer aldığını üzülerek okudum. Ne yazık ki, birkaç gün sonra resmi izinle kurulan standlarda "Günışığı" adında bir derneğin dağıtılan beş yüz bin kitapçıkta "Hz. Muhammede atfedilen ve Yahudi Soykırımını savunan ifadelerin bulunduğu" yazılıymış. Kitapçık bir İmam Hatip Lisesi öğretmeni tarafından yazılmış. Neyse ki, İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı tarafından Musevi Cemaatine gönderilen açıklamada Kuranı Kerimde bulunan Ulu Peygamberin bu milleti (Yahudileri) suçlayan hatta gelecek nesilleri mahkûm eden böyle bir söz söylemesi mümkün değildir" demesi ve tüm açıklaması yüreklerimize su serpmiş oldu. Ancak benim düşündüğüm Devletin Yüksek Kademesi neden bu gibi neşriyata karşı ilgi göstermiyor. Bence bu tür neşriyat demokrasi anlayışıyla bağdaşamaz; çünkü demokrasi ülkeye zarar verecek neşriyata izin vermemeli. Hoşgörünün de demokrasilerde bir sınırı olmalı. Nitekim Adolf Hitlerin Kavgam (Mein Kampf) kitabının satışı Almanya ve Fransa gibi demokratik ülkelerde yasaklanmıştır. Almanyayı ele alırsak bu ülkenin Holokostta ölenlerin varislerine ve kanlardan kurtulanlara tazminat ödediği nazarı itibare alındığında Holokostu inkâr edenlere açık bir cevaptır.
Bu vesileyle Elie Wieselin Şalomun ilavesinde çıkan o anlamlı yazıların birinde "Almanyada varolan Yahudi düşmanlığı" görüşü üzerine, ben de 36 yıl büyük bir Alman firmasıyla çalıştığım için Alman milletinin bu konudaki tutumunu, görüşleri üzerinde düşünmekten kendimi alamadım. Bu konuda bazı hatıralarımı yazmaya karar verdim. Çok değişik kişilerle temasım oldu. Örneğin bize sık gelen bir teknik uzman Nazilik konusunu konuştuğumuz bir gün bize dedi ki: "Evet başta Hitler bizleri şaşırttı; zaman geçtikçe işin özünü anlamaya başlamıştık; ama zaman çok geç idi, karşı çıkmanın cezası ölümdü." Burada Alman milletinden çeşitli kişilerin görüşlerini vermeye çalışıyorum. Firmanın ihracat müdürüyle dostluğumuz samimiydi. Onunla iş icabı Ankaraya gittiğimizde Anıt Kabri ziyarete gittik. Oradan ayrılınca bana, "Şansı oldu zamanında öldü, bizimkinin şansı olmadı" deyince ben de "Sizinki kim?" diye sordum. "Adolf" demez mi?! Ben de "Atatürk gibi bir dahiyi o canavar diktatörle mi bir tutuyorsunuz" dedim. Aramızda soğuk bir hava esti ve eski dostluğumuz sıcaklığını kaybetti.
Almanyaya 1950 yılının Ekim ayının başında üç ay için Henkel fabrikasında staj yapmak üzere gittim. Düsseldorf şehri o zaman inanılamayacak şekilde harabe hâlindeydi. Stajın sonlarına doğru sıra fabrikaları gezmeye gelmişti. Çeşitli teknisyenler beni fabrikalara götürüyordu. Bunlarla ilginç konuşmalarımız oluyordu. Bir defasında aralarından biri bana "Hâlimizi görüyorsunuz Adolfun olmadığı belli" demez mi! Ben de ona "Sizi bu hâle getiren o değil mi?" dedim. Bu kişi bana harpten evvel Türkiyeye geldiğini söylediği için ben de ismini aldım. İstanbula gelince dostum fabrikatör, İsviçreli B. Guyerle görüştüm ve ona Herr (bay) Greve isminde birini tanıyıp tanımadığını sordum. Evet, dedi. İsmini duymuştu ve ilave etti: "Duyduğuma göre o, Alman kulübü Teutoniada nazı propagandası içeren konuşmalar yaparmış"
Ancak hemen belirteyim ki tanıdığım bunca Alman arasında bu şekilde düşünenlere çok az rastladım. Nazi rejimini lanetleyenler çoğunluktaydı. Hele Henkel firmasının kurucusunun torunu Dr. Konrad Henkelin olgun şahsiyetini unutamam. Benim 25. çalışma yılında düzenlenen merasime eşi Gabrelle Henkel ve iki genel müdürle İstanbula gelmişti. Dr. Konrad Henkelin sınıf arkadaşı Herr Kobold Henkel firmasının ikinci adamıydı. Harp esnasında Henkel ailesi Musevi menşeli olan bu zatı evlerinde saklamışlardı. Demek istediğim şu ki, genelleşmelerden sakınmak lâzım.
Aklıma iki önemli görüş geliyor. Biri Amerikalı yazar William Shererden. Sherer der ki; "Ülkelerin tümünde aşağılık gruplar var. Kiminde çok, kiminde daha az." Almanyada böyle bir grup başta Hitler olmak üzere Elie Wieselin dediği gibi Weimar Cumhuriyetinin karışık durumundan çok iyi istifade etmesini bilmiş. Zamanın yaşlı Cumhurbaşkanı Hinderburg da zoraki Hitlere hükümeti kurma görevini vermişti. Nazi iktidarının sonrası mâlum!
İkinci görüş de iki tanınmış virtüozdan. Biliyorsunuz II. Dünya harbi bittikten kısa bir zaman sonra Yehudi Menuhin Almanyaya gider ve orada konserler verir. Ona göre bütün bir millet olanlardan sorumlu tutulamaz. Buna karşı Arthur Rubunstein: "Ben artık Almanyaya ayak basmam" dedi ve ömrünün sonuna kadar sözünü tuttu.
Objektif bir görüşle Almanlarla olan ilişkilerimde yukarıda zikrettiğim nazi yanlılığı haricinde çok olgun ve derin kültüre sahip insanlarla temasım oldu. Musevi olduğumu bildikleri hâlde hâlâ devam eden dostluklarımız oldu. Bu yüzden de Yehudi Menuhinin tutumunu doğru bulmuşumdur.
Burada ilginç bir olayı anlatacağım. Henkel firmasının sanayi branşının başında gösterişli bir başkan vardı. Katıldığım genel müdürler toplantısında yaptığı konuşmalar moral verici olmakla beraber bana biraz nasyonalist bir eda taşıdıkları izleminimi verirdi. Başkan emekliye ayrılacaktı ve Türk Henkele veda ziyaretine gelecekti. Gelmeden iki gün evvel bana telefonla özel olarak birlikte bir akşam yemeğine çıkma arzusunu belirtti. İstanbula geldi beraber Boğazda yemeğe gittik. Şunu da arada belirteyim ki Henkel firmasında başkanının harpte ne yaptığını merak ederdim. O akşam bana harp esnasında İsviçrede bulunduğunu, kendisinin benim gibi Yahudi menşeli olduğunu söyledi. Şaşkınlıkla bunları dinledim. "Naziler ülkeyi mahvettiler; ama ben Almanyayı seviyorum" dedi. Ertesi sene benim 60. doğum yılımdı. Başkan otele elip bana Chagallın vitraylarını içeren bir albüm bıraktı ve bir kartta "Chagall, sen ve ben" diye yazdı.
Almanyada nazi kalmadı mı? Neo-naziler var; ama Fransaya bakarsak orda Le Pen hem antisemit hem de Holokost inkârcısı! Fransada Dreyfus olayı antisemit bir tezahürdü ama Emile Zola gibi bir kişinin o tarihi "Jaccuse" yazısı Fransız basınında çıkmıştı. Sayın Barokasın o yazısında belirttiği gibi ülkemizde de belirli bir kesim basın mensubu Türk vatandaşı olan Musevileri İsraille bir tutmayı adet edindiler. Oysa Musevi vatandaşlar her şeyden evvel ülkeleri olan Türkiyeye bağlı ve birçokları büyük hizmetleri seve seve vermektedirler; ancak İsraile ilgimizi bence doğal karşılamak gerekir.
Irkçılık dünyadan kalkmıyor. Maalesef din siyasete alet ediliyor. Oysa din insana doğuştan gelen bir haslet. Din insana has bir inançtır. Laik olan insan değildir. Laik olması gereken devletlerdir. Yöneticiler din konusunu insanlara bırakıp siyasete alet olarak kullanmamalıdır, diye düşünüyorum. Günümüzde daha önemli olan kültürdür, yani ilim ve sanat birikimleridir ki, bunları geliştiren kültürün araağı eğitimdir. Çağdaş eğitimin temeli ilim olmalıdır. Çağdaş cemiyetler, ilme kuvvet vermelidir. Jacques Monod, büyük Fransız bilgini "Le Hasard et la Nécessité" adlı eserinin netice kısmında artık modern cemiyetler ilmi esas olarak kabul ediyorlarsa, her türlü animist görüşten uzak kalıp ilmin yönünde gelişmelidir diyor.
Maalesef insanlar teknolojide sağladıkları ilerlemelere paralel olarak hümanizmi götüremiyorlar. 180 yıl önce Beethoven Schillerin eserinden mülhem dokuzuncu senfoninin o muhteşem korosunda tüm koro "Seid Umschlungen Millionen" yani "Kucaklaşın Milyonlar" diye haykırır. Aradan geçen bunca sene insanlar henüz kucaklaşamadılar. Nazi katliamanıdan sonra "bir daha asla" dendi. Tabii öyle olacak. Fakat dünyada ırkçılık silinmiş olmaktan uzak