Avram Naum: ‘Ölüm cezasi insanliğa ihanettir`

Laurent MIGNON (*)Osmanlı Türkiye`sinde felsefî ve ahlakî açıdan ölüm cezasını eleştirenler ve bu doğrultuda yayın yapanlar arasında, insancıl kimliği ile tanınan hukukçu ve şair Avram Naum (1878-1947) öne çıkıyor. Naum`un ortaya koyduğu tartışmalar geçerliliğini ve güncelliğini hâlâ koruyor

Perspektif
9 Ocak 2008 Çarşamba

Uluslararası Af Örgütü’nün açıkladığı rakamlara göre, 2005 yılında en az 2148 insan idam edilmiştir. Bu idamların %94’ü Amerika Birleşik Devletleri, Çin, İran ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde gerçekleştirilmiştir. Aynı yılda elli üç ayrı ülkede 5186 insan ölüme mahkûm edilmiştir. Şu anda ise 20.000’in üzerinde insan, kendi devletleri tarafından öldürülmek için sırada bekliyor.  Bu rakamlar kendini insancıl olarak tanımlayan herkesi isyan ettirir. Ölüm cezası insanlık dışı bir cezadır; çünkü bir insanın en temel hakkı olan yaşama hakkını ihlâl ediyor.
Çağlar boyunca bu zalim cezaya karşı çıkanlar olmuştur. Osmanlı Türkiye’sinde felsefî ve ahlakî açıdan ölüm cezasını eleştirenler ve bu doğrultuda yayın yapanlar arasında, insancıl kimliği ile tanınan hukukçu ve şair Avram Naum (1878񮕫) öne çıkıyor. Avram Naum, bu cezanın kabûl edilmezliği konusunda 2 Mart 1909 (17 Şubat 1324) tarihli Mir’ât dergisinde “İdam cezası tatbîk olunmalı mı yoksa lağv edilmeli mi?”1 adlı bir makale yayımlatmıştır.
Yaşadığı dönemin ilginç şahsiyetlerinden olan Avram Naum, aydın olarak hem kendi cemaatindeki, hem de daha genel olarak Osmanlı toplumundaki sorumluluklarından kaçmamış, çeşitli tartışmalara katılmış ve insancıl ülküleri için mücadele etmiştir. 1 Haziran 1949 tarihinde La Boz de Türkiye’de yayımladığı “Maître İbrahim Nom: L’introducteur d’une forme nouvelle: L’accrostiche”2, (Avukat İbrahim Nom: Yeni bir türün tanıtıcısı: Akrostiş) adlı yazısında Marsel Şalom, Avram Naum’u şu sözlerle tanımlıyor: “Bütün gerçek şairlerin amacı gibi, onun amacı da, insan kardeşlerine hizmet etmek, halkın hayatın anlamını bulduğu, şairin çektiği ızdırapta varoluşun fırtınalı akıntılarına karşı direnmek için gerekli inancı ve gücü bulduğu eserler yaratmaktı.”3  Birçok şapkası olan avukat Avram Naum’un özellikle edebiyatçı kimliği ağır basıyor. Çeşitli zorluklara rağmen şiirlerini Malûmat, Mektep ve Pul gibi  dergilerde yayımlatmayı başarmıştır. 1901 yılında yayımladığı tek şiir kitabı olan Kalb-i Şikeste’de birçok Servet-i Fünuncu şair gibi Parnasseçi şiir anlayışının yerli bir yorumunu geliştirmeye çalıştığı görülür. Şiirlerinin özellikle içerdikleri ahenk ile dikkat çekmiş olduğu kesin; çünkü bâzıları bestelenmiştir. İkinci Meşrutiyet’in ilânından önceki yıllarda şair olarak “sanat sanat içindir” anlayışına uymuş görünse de hem avukat, hem de yayıncı olarak toplumsal alanda oldukça etkin olmuştur. Özellikle Türkçe’nin kullanımının Yahudiler arasında yaygınlaşması için, yani Yahudilerin hem ülkenin siyasî ve toplumsal hayatta daha etkin bir rol oynayabilmeleri, hem de vatandaş olarak haklarını daha iyi koruyabilmeleri için mücadele etmiştir. Türkçe’nin Musevi toplumunda yayılması için, 1899 yılında Avram Leon’un yayımladığı İbrani harfleriyle İspanyolca ve Türkçe olan Ceride-i Lisan adlı gazetenin Türkçe bölümünün editörlüğünü üstlenmiştir. Belki de daha önemlisi, İkinci Meşrutiyet’in ilanını izleyen aylardaki özgürlük ortamının doğurduğu imkânlardan yararlanarak, Şubat 1909’da İsak Ferera Efendi ile birlikte Arap harfli Türkçe iki haftalık Mir'ât dergisini çıkarmaya başladı. Derginin amacı bir yandan Türkçe yayın yapmak isteyen Yahudi edebiyatçılara edebiyat piyasasında olmayan bir yayın imkânı sunmak, diğer yandan ise Türkçe okuyan bütün Osmanlı vatandaşlarına Yahudilerin edebiyat ve düşün alanındaki ürünlerini tanıtmaktı. Bu derginin Osmanlı kültür ve entelektüel hayatındaki rolünü çok ciddiye aldığını, dergide yayımlanan bazı makalelerin mahiyetine bakarak anlayabiliyoruz. Örneğin Avram Naum’un idam cezası hakkındaki makalesinde bütün Osmanlı toplumunu ilgilendiren, hatta bugün bile birçok ülkede güncelliğini korumuş olan bir meseleden bahsetmiştir. Peki, insancıl ve ilerici bir kalemle alınan bu makalenin temel tartışmaları nedir?
Makalesinde yazar, idam cezası konusundaki tartışmanın oldukça karışık olduğunu belirtip konuyla ilgili iki temel sorunun varlığına dikkat çekiyor: “Bizim kanun-ı cezamızda idam cezası gösterildiği hâlde neden tatbik edilmediği veya tatbik edilirse cemiyet-i beşeriyeye  hizmet mi, yoksa hıyanet edilmiş olduğu mes’elesi çok defa zihnimizi işgâl eylemiştir.” Osmanlı devletinde idam cezasının mahkeme tarafından birçok defa emredilmesine rağmen genel olarak uygulanmadığına dikkat çeken yazar, uygulanmama nedenleri ile değil daha çok idam cezasının varlığının yarattığı felsefî sorunlarını irdelemeyi tercih ediyor. Ancak o konuya geçmeden idam cezası ile ilgili tartışmaların Osmanlı İmparatorluğu'na özgü olmadığının altını çiziyor. O dönemde Fransa'da benzer tartışmaların yer aldığını; hattâ İtalya’da bir adım daha atılarak idam cezasının kaldırıldığını ve onun yerine hayat boyu zindan cezası olan ergastoloyu geliştirildiğini anlatıyor. Avram Naum'a göre idam cezasını savunanların öne sürdükleri caydırıcılık tartışması pek kabûl edilebilir değil; çünkü ölüm cezasını uygulayan ülkelerde suç oranı düşmüyor. Ayrıca “İtalya'da idam cezası yerine kâim edilen zindan cezası mahkûm aleyhin karanlık bir mahalde mahpus edilmesinden ve her nev-i ihtilâttan memnu ve müsâhabettan mahrum tutulmasından ibaret olduğuna nazaran bu cezanın idam cezasından daha zalimâne olduğu anlaşılıyor.”4  Yani daha da caydırıcı olmalı. Yazara göre, ölüm cezası felsefî ve insanî açıdan kabul edilemez. Kriminolojinin öncülerinden İtalyan aydınlanma düşünürü Cesare Beccaria (1738񮓒)'ya dayanarak “Bir şahsın katl ü idamı ancak müdafaa-i nefs yolunda caiz olduğunu”5  hatırlatıyor. Mahkemede alınan bir karar özsavunma olarak tanımlanamadığına göre devletin veya toplumun adına bir insanı öldürmek kabûl edilemez. Avram Naum, ayrıca, ölüm cezasına karşı çıkmanın dinsel bir nedenini de hatırlatıyor: Hayat tanrının kutsal bir hediyesidir ve bir insan öldürmek ilahi hikmete karşı çıkmaktır.
Aslında Avram Naum'un vurguladığı nokta ölüm cezasını uygulatanın ve uygulayanın mahkûm edilen suçlu bulunan katilden çok da farklı olmadıkları. Bu bağlamda yazarın üzerinde çok durduğu önemli bir nokta daha var. Ölüm cezasının telâfisi yok. Mahkemeler insanlardan oluştukları için yanılabilirler ve yanlış bir karar kılabilirler. Bu noktayı ispatlamak için Fransa'da kıl payı önlenen bir haksız idam kararını gösteren Avram Naum, idam cezasını kesinlikle kaldırmak gerektiğini vurguluyor. Yazar okuruna hiç kuşku bırakmaz: Ölüm cezası ortak insanlığımıza ihanet eder.
1909 yılında yazılmış bu makalenin ilginç ve düşündürücü bir yönüyse, onun güncelliğini hiç yitirmemiş olmasıdır. Avram Naum'un ölüm cezasına karşı öne sunduğu temel tartışmalar hâlâ geçerlidir ve hâlâ tekrar edilmektedir: Bu ceza insanlığa karşı işlenen bir suçtur, telâfisi yoktur ve toplumsal faydası, yani suçluluk oranını düşürmüş olduğu ispatlanmış değildir. Hemen hemen bir yüzyıl önce bu makalesiyle Avram Naum Osmanlı Türkiye'sinde insancılık ve ilericilik tarihinin önemli bir kaç sayfasını yazmıştır, her gün yeniden okunması gereken birkaç sayfa...

(*) Yrd. Doç. Dr. Laurent Mignon, Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi