Sorunlu bir ülke: Lübnan-1

Marsel RUSSOBu haftaki sayımızda, Lübnan`ın kısa tarihçesini, Ortadoğu`da yer aldığı rolü inceliyoruz. İsrail - Lübnan Savaşı`nın dinamiklerini anlamak adına, Lübnan`ın ve bölgenin tarihi hakkındaki yazı dizimizi, okurların ilgi ile okuyacaklarına inanıyoruz

Perspektif
9 Ocak 2008 Çarşamba

Yakın doğu coğrafyası, 19. yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve oyuncuları zaman zaman değişse de, duraksamadan devam eden bir güç gösterisinin sahnesidir. Bu öylesi bir nüfuz oyunudur ki, başladığından günümüze birçok soruna davet çıkarmış, birini çözmek adına, bir diğerini tetiklemiştir: Hindistan – Pakistan çekişmesini, Afganistan’ın durumunu, İran’daki İslam Devrimini, Ortadoğu’nun şekillenmesini ve bu bağlamda ifade bulan İsrail–Arap çatışmalarını, Filistinli Araplar’ın durumunu, Irak’taki toplumlar arası çatışmaları ve getirdiklerini hep bir paylaşımın, daha doğru bir deyişle, bir “paylaşılamamanın” çerçevesinde değerlendirmek gerekir.Bu bağlamda, Lübnan’ın bu tablodaki yeri, tek başına ele alınmaması gereken, tüm diğer bölge dinamikleri arasında anlam ifade eden bir durumdur…
Makedonya’lı Büyük İskender’in gücünü kanıtlamasından çok önce, bir deniz kavmi olan Fenikeliler’in evi olmuştur bu topraklar… Fenikeliler hem Doğu Akdeniz’i kontrolleri altına almışlar hem de burada, tarihe mâl olmuş zengin bir uygarlık kurmuşlardır. Büyük İskender’in en büyük Fenike kenti Tire’yi yakıp bölgeyi ele geçirmesinden sonra Helen kontrolüne geçmiş, daha sonra Selevkiler’e, Persler’e, Romalılar’a, Bizans’a, Araplar’a, Haçlılar’a ve nihayetinde Osmanlılar’a ev sahipliği yapmıştır.  I. Dünya Savaşı sonrasında, Osmanlı Devleti’nin çökmesi ve tarihe karışması sonucu ise buralar, modern Lübnan’ın oluşumuna ve içine sürüklendiği sıkıntılara tanık olmuştur.
Aslında, daha savaş sona ermeden çok önceleri, iki müttefikin, Büyük Britanya ile Fransa’nın, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılışından sonra Arapça konuşan nüfusun yoğun olarak yaşadığı coğrafyanın paylaşımı konusunda bazı çalışmalar yaptığı bilinmektedir. Bu anlamda, uzun müzakereler sonucu mutabakata varılan Sykes – Picot Antlaşması, günümüz Ortadoğu’sunun içinde bulunduğu çıkmazların kaynağının anlaşılması açısından önemli köşe taşlarından biridir…
Hayata geçirilişi esnasında birçok değişikliğe mâruz kalmasına rağmen Sykes – Picot pazarlıklarının ayak izlerine, I. Dünya Savaşı’nı sona erdiren 1919 Paris Anlaşmalarının ve hemen sonrasında 1920’deki San Remo toplantılarının sonuç kararlarında rastlamak mümkündür.
Buna göre, I. Dünya Savaşı akabinde Orta Doğu’da Osmanlı egemenliğinin sona ermesi ile Şeria nehrinin doğusunda bir Ürdün Krallığı, Fırat ile Dicle nehirlerinin arasında ve etrafında, Mezopotamya olarak adlandırılan bölgede ise bir Irak Krallığı oluşturulur. Savaş esnasında Britanya İmparatorluğu ile Mekke Emiri Hacı Ali El-Hüseyni arasında mutabık kalındığı şekli ile emirin büyük oğlu Faysal Irak Kralı, küçük oğlu Abdullah ise Ürdün Kralı ilân edilir.
Bu kararlara devamla, Filistin toprakları İngiliz manda idaresine, Suriye toprakları ise Fransa manda idaresine tahsis edilir. Ancak bölgede azımsanmayacak bir Hıristiyan nüfusun varlığından hareketle, Fransa, 1 Eylül 1920 tarihinde, Suriye içinde Lübnan adında bir bölge oluşturur. 1 Eylül 1926 yılında ise, hep Fransız manda idaresi altında kalması şartı ile Suriye’den tamamen ayrı bir ülke hâline gelir Lübnan… Çoğunluğu Maruni Hıristiyan olan ancak Dürzi ve Müslümanları da barındıran bir ülkedir bu…
İkinci Dünya Savaşı başlarında Fransa’nın Almanlar tarafından işgâli, Alman yanlısı Vichy hükümetinin Lübnan ve Suriye’yi, Irak ve Filistin’deki İngiliz varlığına karşı Alman askerlerine açabilecek, böylece Süveyş Kanalı için yapılan savaşa destek olmak için bu toprakları üs hâline getirebilecek olması, önemli bir sorun oluşturur. Vichy hükümeti tarafından bölgeye Genel Vali olarak atanan General Henri Dentz’in Lübnan ve Suriye’ye bağımsızlık tanınabileceğini ifade etmesi daha da öte, 1941’de Alman askeri mühimmatının ve uçaklarının burada konuşlanmaya başlanması, İngilizlerin müdahalesine yol açar. Bölgedeki kısa savaşın ardından, Özgür Fransa adına General Charles de Gaulle Lübnan’ı ziyaret eder ve uluslararası baskılar sonucu Lübnan ile Suriye’nin bağımsızlığını – özgür Fransa’nın kontrolü altında kalmak kaydı ile - tanımayı kabûl eder. Savaşın ortasında, 26 Kasım 1943 tarihinde Lübnan’da yapılan seçimler sonucu oluşan hükümet, manda idaresini tek taraflı olarak iptal eder ve Lübnan Cumhuriyetini kurar… Fransa buna, tüm hükümet üyelerini tutuklayarak karşılık verir; ancak tepkilerin yoğunluğu karşısında ve Avrupa’daki savaşın yoğunluğu içinde, geri adım atar…
Anayasal olarak Devlet Başkanı Hıristiyan, Başbakanı ise Suni Müslüman olan Lübnan, tarihi boyunca hem siyasî hem de sosyal anlamda hep ikilemde kalmış bir şekilde yönetilir.
1948 yılında, zamanın Başbakanı Riad Solh, Birleşmiş Milletler “Taksim Planı”na karşı çıkan tüm diğer Arap ülkeleri gibi İsrail’e savaş açar ve ordusunu birleşik Arap Kurtuluş Ordusu emrine verir. Savaşın Araplarca kaybedilmesi sonucu, mülteci konumuna düşen yüzbinin üzerindeki Filistinli Arap, Lübnan topraklarına kabûl edilir.
1948 savaşını takiben kabûl edilen ateşkes gereği, Lübnan – İsrail sınırı uzun bir sessizliğe bürünür; ancak Lübnan’ın yapısı, beklenenden fazla mülteciyi barındıracak yeterlilikte değildir. Bu koşullar altında, 1967 Altı Gün Savaşı da Arap başkentlerinin beklentilerinden uzak, bir yenilgi olur. Arda arda gelen bu başarısızlıklar, yıllardır Lübnan’ın güneyinde yerleşmiş ve sefalet içinde yaşayan Filistinli halk kitlelerini olduğu kadar, Yaser Arafat başkanlığında örgütlenmeye başlayan Ürdün merkezli Filistin Kurtuluş Örgütünü (F.K.Ö) de hayal kırıklığına uğratır. Nitekim Ürdün topraklarından hareketle gerçekleştirilen terör eylemleri artar ve bunların sonucu, ülkesinde dolaylı bir düzensizliğe yer vermemek için Ürdün Kralı Hüseyin 1970’li yılların hemen başında, Filistinli milis kuvvetlerini topraklarından kovar.
Filistinli milislerin Lübnan’a kabulü buradaki iç savaşın mekanizmasını tetikler. Güneydeki geniş Filistinli halk ile bütünleşemeyen FKÖ ile değişik kişilere bağlı oluşan yerel milis kuvvetleri arasında bir güç savaşı başlar. Bu çekişmeler Arafat’ın FKÖ’sünün başarısı ile sonuçlanır. 1975 yılına gelindiğinde, Arafat’ın komuta ettiği Lübnan’daki milis sayısı 300.000 kişi olmuştur. Bunların varlığı, Lübnan siyasî hayatını tehdit etmekte, hem Müslüman hem de Hıristiyan toplumda tedirginlik yaratmaktadır. Arafat ve adamları, devlet içinde devlet hâline gelirler ve zaman zaman özellikle Falanjist Hıristiyan milislerle çatışmalara girerler: İç savaş başlamıştır…
Durum öylesine karışık bir hâl alır ki, Suriye 1976 yılında Lübnanlı Maruniler’e yardımcı olmak için 40.000 kişilik bir kuvvetle müdahalede bulunur. Bu Lübnan topraklarında otuz yıl sürecek Suriye varlığının başlangıcıdır. Maruniler’le Suriye güçleri, Filistinlileri Beyrut’tan çıkarırlar ve Güney Lübnan’a sürerler… Bundan sonra, ilginç bir şekilde değişen siyasî ortam, Suriye’yi Arafat’ın yanına çekerken, Maruniler’i İsrail’e yakınlaştırır. Suriye’den siyasî ve askeri destek alan Filistinli milisler ise, 1970’li yılların sonlarına doğru birçok sınır ihlâli yaparlar ve İsrail topraklarına baskınlar düzenlerler.
İsrail’in buna tepkisi 1978 yılında “Litani Nehri Operasyonu” ile gelir; ancak yapılan askeri müdahale Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nin 425 ve 426 sayılı kararları doğrultusunda sona erer: Güney Lübnan’a BM’ye bağlı UNIFIL kuvvetleri konuşlanır, ayrıca İsrail’e yakın Hıristiyan güçleri barındıran Güney Lübnan Ordusu da tampon bölgede görev alır. BM’in 425 ve 426 sayılı kararları çerçevesinde Güney Lübnan’ı terk etmesi gereken F.K.Ö’nün varlığı ise devam eder…
İsrail kuzeyine atılan misillerin durmak bir yana, artarak gitmesi, İsrail’in 1982 yılında ikinci kez Lübnan topraklarına girmesine neden olur. “Galil’e Barış Operasyonu” adı altında Beyrut’a dek ilerleyen ve başkente giren İsrail birliklerinin asıl amacı FKÖ’yü ve tüm Filistin’li milisleri Lübnan’dan çıkarmak, ve böylece kuzey sınırlarını güven altına almaktır.
İsrail amacına ulaşır. Arafat ve yandaşları Lübnan’ı terk ederler ve Tunus’a taşınırlar. İsrail ordusu sınır boyunca bir tampon bölge bırakarak kademeli olarak - ancak kısmen - çekilir.
1982 ile 2000 yılları arasında ise Lübnan siyasî anlamda tam bir kaos yaşar:  Beyrut’a gelen uluslararası kuvvetler, Suriye askerlerini başkentten çıkarır; devlet başkanı olarak seçilen Falanjist Beşir Cemayel öldürülür; Hizbullah Şii toplumu içinde örgütlenmeye başlar; Beşir Cemayel’den boşalan başkanlık koltuğuna oturan Emin Cemayel’in görev süresinin bitiminde bu göreve atama yapılamaz.
Sonuçta General Michel Aoun yönetime el koyar. Ülkedeki tüm Suriye ve İsrail askerlerinin çekilmesini ister ve demokratik seçimlere gidileceğini ilân eder; ancak başarılı olamaz. Arap Birliğinin cılız desteği de fayda etmez ve ülke yeniden karışır. Suriye’nin “darbesi” ile Genaral Aoun Fransa’ya sürgüne gönderilir…
İsrail’in Ehud Barak’ın başbakanlığı döneminde tek taraflı olarak Lübnan’dan çekilmesi ise, hem Suriye’ye derin nefes aldırır, hem de ülkenin güneyindeki Şii bölgesinde etkinlik gösteren Hizbullah’a örgütlemesi için gerekli ortamı hazırlar.
Bu arada Başbakan olan Refik Hariri döneminde iç savaşın sona erdiği, ekonominin kısmen iyileşme sinyalleri gösterdiği, iyimser bir döneme girilir. Gözden kaçan ise, Suriye’nin varlığı, Suriye hapishanelerinde tutuklu bulunan Lübnanlı aydınların varlığı, Hizbullah’ın güçlenmesi ve İran’ın Hizbullah üzerinden Lübnan’ın güneyine ve Beka Vadisine hakim olmaya başlamasıdır…
Şubat 2005’te Hariri’nin suikast sonucu öldürülmesi ülkedeki siyasi hayatı tekrar ters yüz eder. Ülke içinde oluşan infiale ve uluslararası baskılara karşı koyamayan Suriye, otuz sene sonra ordusunu Lübnan’dan çeker…
Suriye’nin Lübnan’ın siyasî ve sosyal hayatında yaptığı tahribat ayrı bir çalışma konusudur.
Elbette, Hizbullah’ın faaliyetleri de, örgütün Lübnan’ın yaşantısına ne şartlarda entegre olduğu da, bu çalışmanın öznelerinden biri olmalıdır.
Geçtiğimiz haftalarda yaşanan İsrail – Hizbullah çatışmalarının nedenleri, Lübnan için ne anlam ifade ettiği; ancak ülkenin tarihini ve etnik yapısını etüt etmekle mümkün olacaktır.
Duygusallığa bağlı tepkiler ise, gerçeklerin gizlenmesine yarayacak ve gelişen olaylara sağlıklı yaklaşımların sergilenmesini engelleyecektir.

Kaynakça
Lübnan – Wikipedia