Yazin ardindan -anladiklarim ve anlamadiklarim

Alp ALKAŞSpor dolu bir yaz mevsimini geride bıraktık. Almanya`daki dünya kupası, Japonya`daki dünya basketbol şampiyonası, ülkemizdeki Ümitler Basketbol Şampiyonası, Tour de France, Grand Slam`ler, Formula 1 yarışları derken güneşin ve sıcağın bizi bezdirdiği saatlerde kendimizi televizyon karşısında bulduk. Bu organizasyonların herhangi birini

Spor
9 Ocak 2008 Çarşamba
- Son günlerde en çok kafamı kurcalayanla başlayalım. Kendini büyük takım addeden Türk takımlarından bir tanesi anlaşılmaz bir şekilde Şampiyonlar Ligi’ne ön elemlerde veda ettikten sonra takıma neredeyse bir takım daha oluşturacak kadar transfer yapar. Türkiye Ligi için bir beden büyük olan Kezman’dan Brezilya’dan bir düzine sambacıya kadar transfer yapılır. Peki bu transferleri yapmak için neden Şampiyonlar Ligi’nden elenmek beklenir? Yoksa büyüklük kendinden bir kupa olsun da boyu ne olursa olsun diye UEFA kupası’nı almaya çalışmak mıdır?

- Bir diğer Büyük takımımız ise yıldız oyuncu transferi vaadiyle bir Tosubasa (80 yılların çocuklarının Japon futbol çizgi filmi kahramanı) transfer etti. Oyuncunun kötü bir oyuncu olduğunu söylemiyorum ama, her ne hikmetse orta yuvarlağın dışında pek bir varlığını hissedemedik.

- Dünyanın en insafsız hayat mücadelesi olarak tanımlanan “Tour de France”, Lance Armstrong gibi büyük bir efsaneden sonra Fransızlara nazire yaparmışçasına yine bir Amerikalı olarak kazanan Landis’in doping yaptığı ortaya çıktı. Fransız için çok önemli bir gelenek ve sembol olan Tour’u bir Amerikalının  kazanması tahammül edilmesi zor bir şey olduğundan, senelerce Lance Armstrong’un çöp kutularına kadar karıştırıp doping malzemesi aramışlardı. Şimdiki sözde şampiyon Amerikalıda doping çıkması ise Fransız medyasına dünyanın en büyük sporcularından biri olan Lance Armstrong’un adını lekelemek için yeni bir fırsat oldu.

- ABD Basketbol Programı adı altında Dünya Basketbol Şampiyonası’na daha ciddi hazırlanan bir grup basketbolcu, yarı finalde ders niteliğinde bir maçla Yunanistan’a elendi. Amerikan yıldızlarının rakip oyuncular için “soyadları çok uzun, o yüzden pek bir yorum yapamayacağım” gibi ukala yorumlar içerisinde bulunmalara gelecek felaketin habercisiydi. Yunanlar basketbolun kas ve güç kadar, zeka oyunu olduğunu bizlere ve bu sporla ilgilenen herkese ispatladırlar. 40 değil yüz kırk dakika da oynansa bu maçı yunanlar kazanırdı.

- Basketbol Şampiyonası demişken, NBA oyuncularından yoksun bir Türk Milli Takımı ne kadar sert ve mücadeleci olunabileceğini gösterdiler. Hamamatsu denen o garip köycükteki maçlarda da, eleme turlarında da oynanan basketbol hezimetten fazlasını beklemeyen bizler için gerçekten çok heyecanlıydı. O kadar bağırıp çağırmasak da biz de Murat Kosova kadar heyecanlıydık. (Kendisinin Brezilya maçı sonunda durmaksızın tekrarladığı “Anderson Varejao’nun şutu... Yetmedi, yetmedi yetmedi…” sözleri Türk basketbolu için “Havlicek stole the ball!” gibi bir yer teşkil etmektedir.) Ayrıca bu süreçte her galibiyetten sonra “NBA yıldızlarımıza” yapılan ince dokundurmalar bir yere kadar anlaşılabilirdi. Fakat bu süreçte Mirsad Türkcan’ın hiç mi kusuru yoktu? Neden kendisinin adı hiçbir yerde geçmez anlamış değilim.

-  Son olarak da Engin Atsür. Kendisini altyapı yıllarından beri takip eden bizler için beklenen performansını göstermeyi başardı. Yaptığı kritik katkılar bir yana, efendi insanlığından bir gram taviz vermeyerek genç yaşına rağmen herkese örnek oldu. Hele Murat Kosova’nın “günün kahramanı oldun Engin” söylemlerinin arasında, Murat Ağabey’ine size diye hitap etmeye devam etmesi, övgü aldığı süre boyunca boynunu öne eğip “çok da abartılacak şeyler yapmadım” tavrı ayrıca bir alkışı hak etmektedir. Kendisinin Türkiye’deki genel trend’in aksine akademik kariyerini basketbol kariyeri ile bir arada götürebiliyor olmasına da ayrıca dikkat çekmek isterim.

- Ivan Lendyl ve Pete Sampras’tan sonra tenis dünyası yeniden komple bir oyuncuyla tanıştı. Henüz 26 yaşında kendisi için “dünyanın gelmiş geçmiş en komple tenisçisi” olarak hitap ediliyor. İsviçreli Roger Federer, iki senedir Rolland Garros hariç bütün Grand Slam’leri kazanırken gerçek bir tenis elçisi gibi davranmaya devam ediyor. Güzel sayı alan rakibini alkışlamak, abartısız galibiyet sevinçleri, basınla iyi ilişkileri ve eski büyük oyunculara her fırsatta gösterdiği saygı ile kalplerde taht kuruyor.

-  Hani bir deyiş vardır. Hep derler ya “Galatsaray’ın UEFA kupasını alarak yaptığı Türkiye reklâmına paha biçilemez”. F1 Grand Prix’i için de benzer şeyler söyleniyordu. Hem yarışı seyredecek turistler, hem de canlı yayın aracılığıyla dünyanın dört bir yanına Türkiye tanıtımı yapılması çok faydalı olacaktı. Fakat Türkiye reklamına KKTC reklamını dâhil etmeni faturası yollanmakta gecikmedi: 5.000.000$. İlk günlerde birincilik kupasını Mehmet Ali Talat’a verdirmenin ne kadar kurnazca olduğunu ve yine “paha biçilmez” olduğunu söyleyenlere bu rakam çok kısa zamanda bir cevap olarak geldi.

Daha pek çok olay var aslında yaz boyunca ve bu günlerde kafamızı kurcalayan. Zidane’ın attığı kafadan sonra dünya kupasının yanında yavaşça yürüyüşü, Barcelona’nın UNICEF ile reklam anlaşması imzalaması, Mehmet Demirkol’un ardı ardına yazdığı müthiş yazılar, NBA Türkiye dergisinin süper kadrosu; seneler sonra dönüp 2006 yazına baktığımızda aklımıza gelecekler.
Bol sporlu bir yıl diliyorum herkese…