HRANT DİNK`İN ARDINDAN...

Geçtiğimiz cuma günü, bir suikast sonucu yaşamını kaybeden Agos Gazetesi`nin kurucusu ve genel yayın yönetmeni Hrant Dink`in özgeçmişini, son yazısının bir bölümünü ve konuyla ilgili olarak İsmet Berkan ile Can Dündar`ın yazılarını yayınlıyoruz

Perspektif
9 Ocak 2008 Çarşamba

Hrant Dink’in özgeçmişi
15.9.1954’te Malatya’da doğdu.
Yedi yaşında ailesiyle birlikte İstanbul’a göçtü.
Kısa süre geçmeden anne ve babasının boşanması nedeniyle iki kardeşiyle birlikte ortada kaldılar ve Gedikpaşa’daki Ermeni Protestan Kilisesi’nin çocuk yuvasına kondular.
Üç kardeş ilkokulu bu Kiliseye bağlı İncirdibi İlkokulu’nda okuyup, yazları da okulun Tuzla’daki kampında barındılar.
Hrant Dink Ortaokulu Becziyan, liseyi ise Üsküdar’daki Surp Haç Tıbrevank yatılı okulunda tamamladı.
Lisenin ardından İstanbul Fen Fakültesi’nde zooloji lisans okumaya başlayan Dink bu esnada ilkokuldaki yuvada tanıştığı Silopu doğıumlu Ermeni Varto aşiretinden Rakel Yağbasan ile evlendi ve aynı zamanda Türkiye Ermenileri Patriği Şınorhk Kalustyan’ın yanında çalışmaya başladı.
zooloji lisansı bitiren Dink bu kez İstanbul Üniversitesi’nde felsefe okudu ve bu esnada üç çocuk sahibi oldu.
Dink ve eşi bu tarihlerde Tuzla’daki Çocuk Kampı’nı yönetmeyi üstlendiler ve Tuzla Kampı’nın Devlet tarafından elden alınması sırasında mücadele ettiler.
Dink bu dönemde siyasal görüşleri nedeniyle ve değişik vesilelerle üç kez gözaltına alındı ve tutklandı.
1980񮖖 yılları arasında iş hayatıyla yetinen ve kardeşleriyle birlikte bir kitabevi işleten Dink 1990 yıllarından itibaren tekrar Türkiye Ermeni toplumu içindeki faal yaşantısına döndü.
Bu yıllarda Marmara gazetesinde “Çutak’ rumuzuyla Ermeni tarihiyle ilgili Türkiye’de çıkan kitaplara ilişkin eleştiriler yazdı.
1996’da birkaç arkadaşıyla birlikte ve dönemin Patriğinin de teşviğiyle AGOS gazetesini kurdu.
Dink bu tarihten itibaren yazdığı yazılarla ve Türk ve yabancı basında dile getirdiği görüşlerle dikkat çekti.
Amerika, Avustralya, Avrupa ve Ermenistan’da çok sayıda konferansa katılan Dink Ermeni kimliği ve Ermeni tarihi üzerine geliştirdiği yeni söylemlerle tanındı.

Not: Agos Gazetesi’nin web sitesinden alınmıştır.

Ruh halimin güvercin tedirginliği
Hrant Dink, Agos, 19 Ocak 2007
Başlangıcında, “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı'nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa'dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa'da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada “Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu” söylediğim için “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.
Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa'dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.
Şişli Savcısı'na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “Türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.
Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum. Kendimden emindim.
Ama hayret işte! Dava açılmıştı.
Yine de iyimserliğimi kaybetmedim.
O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz'e “Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.
Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.
Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.
“Ya sabır” çeke çeke...
Ama dönülmedi.
(...)

Güvercin gibi
Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink'i artık “Türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.
Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.
(Bu mektuplardan birinin Bursa'dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı'na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)
Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil.
Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.
“Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren.
Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.
Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.
Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.
Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.
Tıpkı bir güvercin gibiyim...
Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.
Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.
(...)

Ürkek ve özgür
Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.
Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuruyorum.
Bu dava kaç yıl sürer, bilemem.
Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye'de yaşamaya devam edeceğim.
Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.
Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.
Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?
Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.
Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.


Hrant Dink'i öldürdük
İsmet Berkan, Radikal, 20 Ocak 2007
Eşim telefonda hıçkıra hıçkıra ağlarken sordu: "Neden öldürdüler?" Zaten boğazım düğümlenmiş, "Neden olacak" dedim güçlükle, "Ermeni olduğu için."
Haberi aldığımdan beri beynimden vurulmuş gibiyim. Hrant'la birlikte bir parçam öldü, hepimizin bir parçası öldü.
Altın kalpli bir insandı Hrant. Abarttığımı sanmayın, sahiden kalbi altındandı. Ama bizde hiç eksik olmayan o eli kanlı katiller için çok büyük bir suçu vardı: Ermeniydi.
Bin tane laf söyleyen, işi 'karanlık güçler'e, 'dış mihraklar'a havale etmek isteyenler çıkacaktır, zaten çıktı bile. Hiçbirine bakmayın, Hrant'ı önce Ermeni olduğu için, sonra da yerleşik düşünceden farklı düşünmeye, konuşmaya, yazmaya çizmeye cesareti olduğu için öldürdüler. Bu ırkçı bir cinayettir, başka her şeyden önce.
Eskiden böyle cinayetlerde aklıma hemen 'derin devlet' gelirdi, artık gelmiyor. Gelmiyor, çünkü Türkiye'deki milliyetçi havayı yaratanlar öyle bir canavarı beslediler ki, artık sokakta derin devletin yeterince milliyetçi olmadığını düşünüp durumdan vazife çıkarmaya hevesli bir sürü 'Kurtlar Vadisi' çocuğu var.
Bir okuyucum mektup yazmış, "Radikal'in başlığı 'Hrant Dink'i öldürdük' olsun" demiş. Başlığı kendi köşeme aldım, çünkü bence Radikal'e seçtiğimiz başlık, durumu daha iyi anlatıyor.
Türkiye'de bu atmosfer adım adım ve bilinçle yaratıldı. Bu katil milliyetçi atmosferi yaratanlar arasında reklamcılar da var, politikacılar da, sözde kanaat önderleri de, gazeteciler de, film ve dizi film yapımcıları da. Hrant'ın cansız bedeninden sızıp kaldırıma yayılan kan, bütün katkıda bulunanların eline bulaştı.
Keşke o insanlar bunun vicdan azabını duyacak kadar insan olabilseler. Ama baksanıza daha dün kendine genel yayın müdürü diyen biri, düpedüz ırkçı bir manşettense daha az ırkçı bir manşeti tercih etmelerinden ötürü duyduğu gururu utanmadan köşesinde yazmıştı, okuyucularıyla paylaşmıştı. Marifetmiş gibi.
***
Orhan Pamuk'un yargılaması sürerken karşı kaldırımdaki 'protesto'cular bir pankart açmıştı: 'Misyoner çocukları...' Adı anılanlar arasında Hrant da vardı, ben de vardım, Hasan Cemal, Murat Belge, Haluk Şahin de... İçimizden Hrant'ı öldürdüler, acaba sıra şimdi hangimizde?
Bundan üç yıl önce elden ele dolaşan ve sonunda bir yerlerde yayımlanan bir 'vatan hainleri listesi' vardı. Bir iddiaya göre bu liste bir kuvvet komutanının odasında hazırlanmıştı. Listede yine biz vardık. Suçumuz Kıbrıs konusunda devletten farklı düşünmekti. Bu liste katillerin elinde de var. Bakalım hangisi önce davranıp durumdan vazife çıkaracak, önce hangimizi öldürecek?
***
Acaba Kemal Kerinçsiz ve arkadaşları dün Hrant'ın öldürüldüğünü duyduklarında yüreklerinde minicik de olsa bir sızı hissettiler mi? Herkesin vicdanı kendine, bana laf düşmez ama bu cinayete sebep olan atmosferde 301. madde ve onun etrafındaki çatışmaların hiç rolü olmadı diyebilir miyiz?
Hazır 301 demişken, acaba Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Adalet Bakanı Cemil Çiçek, İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu dün haberi aldıklarında ilk ne düşündüler?
Bilirkişinin tersi yönde raporlarına rağmen Hrant'ı mahkûm eden yargıç, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın aleyhte uyarısına rağmen cezayı onaylayan Yargıtay üyeleri ne hissettiler acaba haberi duyduklarında?
***
Acaba içimizden birileri 'Oh oldu Ermeniye' demiş midir?
Eminim diyenler olmuştur. Olmuştur, çünkü birileri böyle desin diye bu ülkede uzun yıllardır ciddi çaba sarf ediliyor.
Bu ülkede birilerinden biraz farklı düşünenlerin başına her zaman bir 'iş'ler gelmiştir. En hafifi mahkemelerde sürünmek, belki hapse girmek, sosyal linçlere konu olmak. En ağırı ise işte dün Hrant'ın başına gelen.
En acısı şu: Geride kalanlardan biri olarak, Hrant'ın ne ilk ne de son olduğunu bilmek.
Ben bir dostumu kaybettim. Türkiye, altın kalpli bir vatandaşını kaybetti. Hepimiz insanlığımızdan biraz daha bir şeyler kaybettik.
Mekânı cennet olsun.

Sıdesutyun Paregamıs! 
(Elveda Dostum!)

Can Dündar, Milliyet, 20 Ocak 2007

Adam gibi adamdı.
Dağ gibi, ırmak gibi, çocuk gibi bir adamdı.
Özü sözü bir, yurtsever ve yiğit, dünyalar güzeli bir adamdı.
Bir sınır boyundaydık.
İkimiz yürüyorduk.
Omzuma sarılıp bir öykü anlatmıştı bana:
Sivas'tan Fransa'ya göçmüş yaşlı bir Ermeni kadın, "Toprağından yol geçecek. Gel" çağrısı üzerine Sivas'a, terk ettiği topraklara gelmiş yeniden...
80 yaşın yorgunluğuyla döndüğü topraklarda vefat etmiş.
Telefonla kızını aramışlar hemen; cenazeyi alması için...
Kızı "Bekletmeyin, toprağına gömün" demiş ve eklemiş:
"Su, çatlağını buldu."
Gözleri yaşarmıştı bunları anlatırken...
Sonra, "'Türkiye'nin toprağında gözünüz var' diyorlar ya" demişti:
"Evet, gözümüz var bu vatanın toprağında... Ama koparıp götürmek için değil, en dibine gömülmek için..."
***
İşte o gözünü diktiği yere, ölesiye sevdiği, terk etmediği için de kurban edildiği bu toprakların kanlı sinesine yatırıyoruz Hrant'ı...
Elbette bekliyordu o da bunu...
Sağlam bir siyasi geçmişi vardı; bu topraklarda farklı düşünmenin, muhalif olmanın, demokrasiyi, özgürlüğü savunmanın kimlerce, nasıl cezalandırıldığını biliyordu.
"Güvercinlere dokunmazlar" diye yazsa da ülkesini tanıyor, yaklaşan "mukadderat"ı seziyordu.
Tehdit edenler "git" diyordu; dostları gitmesini tavsiye ediyordu.
Gitse, bütün Batı'nın kapıları açılır; krallar gibi yaşatılırdı.
Ama gitmiyordu.
Bu ülkeyi belki hepimizden fazla sevdiğinden gitmiyordu.
Yeni dede olmuştu; kendisinin soluyamadığı demokrasiyi torununa miras bırakabilmek için gitmiyordu.
Gitmiyor ve tehditlerin, birbiri peşi sıra açılan davaların, mahkeme kapısında linç için bekleşen ve bu saldırının provasını yapan çapulcuların arasında, bir ateş çemberinin tam ortasında yapayalnız yaşıyordu.
Kendi cemaati içinde bile yapayalnız...
***
Tetiği çeken alçak biliyor muydu acaba bu ülkenin bölünmemesinin, halkların birbirine düşman kesilmemesinin en büyük garantilerinden birinin Hrant olduğunu...
Asıl onsuz bu mozaiğin çatırdayacağını, bu demokrasinin yaralanacağını... Türklerin aşağılanacağını...
Türkiye'nin onunla birlikte sadece cesur bir yurtseveri değil, kardeşçe bir arada yaşama umutlarını, barışı ve hoşgörü kültürünü de yitirdiğini...
Yoksa asıl amaç bu muydu?
***
Güzel dostum!
Dün, upuzun serildiğin bu sokaklarda ürkek bir güvercin gibi sağını solunu kollayarak yürümeyeceksin artık...
Seninle Erivan'da yaptığımız gibi ayrı dillerde Sarı Gelin'i söyleyip ağlaşamayacağız.
Ama senin yaşadıklarını torununun da yaşamasına, bu ülkenin halklarının birbirine düşürülmesine de izin vermeyeceğiz.
Bak, dün gece "Hepimiz Hrant'ız, hepimiz Ermeniyiz" diye yürüdüler gazetenin önünde... Sırf bu manzarayı görebilmek için bir ömür vermiştin; göremeden gittin.
Hayattayken çabaladığını, ölümünle başardın.
Şimdi 301'i de kaldırır bunlar; belki dökülen kanın, Ermenistan'la kapıyı da aralar...
Belki o zaman diner, kardeş bildiklerince başından vurulmuş güvercinin acıları...
"Su, çatlağını buldu" diye yazmak zor senin ardından...
Ama, dilerim gözünü diktiğin ve can pahasına kopmamakta direndiğin o toprak, huzurlu bir yatak olur sana...