Türk-İsrail İlişkilerinin Satir Başlari…

Marsel RUSSOTürkiye Cumhuriyeti ile İsrail Devleti arasındaki ilişkiler, sadece günümüz Ortadoğu`sunda değil, tüm dünyada ilgi uyandıran ve önem atfedilen bir konudur. Bu yazıda İsrail`in kuruluşundan bu yana Türk-İsrail ilişkilerini genel hatlarıyla inceliyoruz

Perspektif
9 Ocak 2008 Çarşamba
“Kutsal Topraklar”, Yavuz Sultan Selim’in kendisini Osmanlı İmparatorluğuna kattığı tarihten dört asır sonra, Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren 1919 Paris görüşmelerinde alınan kararlar çerçevesinde, İngiliz manda idaresine girer.
Kudüs ve çevresini oluşturan ve İngilizler tarafından 19. yüzyılda Filistin Toprakları olarak adlandırılacak bölgede, daha çok yarı göçebe şekilde yaşayan bir Bedevi/Arap nüfus vardır. Yahudiler'in bu topraklara ilgisi ise yüzyıllardır hiç bitmemiş, özellikle İspanya’dan kovulmaları ve Osmanlı topraklarına kabul edilmelerini takiben, Kanuni Sultan Süleyman ve II. Selim döneminde giderek artmıştır.
Yahudilerin Araplarla, Osmanlı ve daha sonra da İngiliz idaresi ile olan ilişkileri, ayrı çalışmalara özne olacak konulardır ve ancak kısıtlı bir coğrafyayı ilgilendirir niteliktedir. Ancak, Osmanlı İmparatorluğunun mirasçısı Türkiye Cumhuriyeti ile Yahudiler'in “Kutsal Topraklarda” kurdukları İsrail Devleti arasındaki ilişkiler, yalnız günümüz Ortadoğu’sunda değil, tüm dünyada ilgi uyandıran ve önem atfedilen bir konudur.
Manda idaresi döneminde, Yahudi Ajansı ile İngiliz yönetimi arasında,özellikle bölgeye yapılan göç ile ilgili olarak baş gösteren çekişmelerde Londra’nın yanında olmaya özen gösteren Türkiye,  BM Güvenlik Konseyi’nin 1947 yılında aldığı, Filistin topraklarında biri Yahudi biri de Arap, iki bağımsız devletin kurulmasını onaylayan kararına da olumsuz yaklaşır. Burada ağır basan neden, genç Türkiye Cumhuriyeti ile hemen hemen aynı tarihlerde kurulmuş Irak ve Ürdün Krallıkları ile olan iyi ilişkilerin bozulmasının Ankara’daki diplomatik çevrelerce istenmemesidir…
Bir neden de, 2. Dünya Savaşı sonrasında başlayan bloklar arası kopmanın gölgesidir. İsrail Devleti’nin kurucuları arasında sosyalist görüşün egemen olması, Ankara’da, bu ülkenin Sovyet Rusya’ya yakın bir politika izleyebileceği endişesini gündeme getirir. Oysa tarih, Türkiye’nin Hatay sorunu ve PKK’ya olan desteğinden dolayı mesafeli bir yaklaşım sergilediği Suriye ile Kral Faysal idaresinin devrilmesini takiben Irak’ın, Sovyetler Birliği ile sıcak ilişkiler geliştireceğini; ABD ve Avrupa’ya yatkın bir yaşam ve yönetim şekli benimseyen İsrail’in ise, bu anlamda Türkiye’ye daha yakın bir konuma geleceğini gösterecektir.
1948 yılında İsrail Devleti’nin, kuruluşunun akabinde komşu Arap ülkeleri tarafından ateş hattına itilmesi, bağımsızlık savaşından başarı ile çıkması ve bunun sonrasında başta ABD olmak üzere BM’yi oluşturan ülkelerce tanınmaya başlanması, Ankara’nın bakış açısını değiştirecek ve  28 Mart 1949 tarihi, Türkiye’nin İsrail’i defacto  tanıdığı tarih olarak kayda geçecektir.
Bu tanımanın ardında, Türkiye’nin, yeni oluşturulan NATO’ya girmek istemesi ve bununla ilgili olarak İsrail’i tanımanın kendisine artı puanlar getirebileceği gerçeği kadar, büyük savaş esnasında izlediği azınlık politikası ve “Varlık Vergisi” uygulamaları yüzünden Amerika ve İngiltere’deki kamuoyunda oluşan kimlik erozyonunu giderme çabası yatar. Ankara’nın ülke imarını devam ettirmek amacı ile beklediği kredilerin alınmasında Yahudi finans çevrelerinin Amerikan yönetimini “ikna edebileceği” beklentisi de önemli bir motif oluşturur. Nitekim o dönemden bu döneme, Amerikan yardımlarının kesintiye uğramaması, Kıbrıs sorunu ve Ermeni lobisinin etkilerine set çekme çalışmalarında, Yahudi lobisinin desteğine sıkça  başvurulacaktır…
Kurulduğu günden bu yana, varlığı Arap komşuları tarafından hemen hemen her dönemde tartışma konusu yapılan İsrail için ise Türkiye ile dostane ilişkiler geliştirmek hayati önemdedir. Bölgenin “demokratik hukuk devleti” tanımlamasına uyan bu iki ülkesinin başka bir ortak paydası da Arap olmamalarıdır. Müslüman olan ancak Arap olmayan Türkiye ile, Araplarla kuşatılmış Yahudi kimlikli İsrail’in birbirlerine verebilecekleri çok şeyleri olduğu, her zaman İsrail diplomatik çevrelerinin söylemlerinde ifadesini bulur.
1956 Süveyş Savaşı Ankara’yı İsrail ile olan ilişkilerinde bir açmaza sürükleyecek, Menderes hükümetinin İsrail’e karşı söylemi sertleşecektir. Ancak, daha sonra, savaşın tarafı olan İngiltere ve Fransa’nın dünya siyasetindeki ağırlıklarından ötürü, onları ve dolayısı ile İsrail’i destekler konuma gelecektir. Buna rağmen, bu durum, Türkiye’nin kanal bölgesinin İngiltere, Fransa destekli İsrail tarafından işgâlini BM Genel Kurulunda kınayan karara imza atmasını engellemeyecektir. Bu imzanın altında, Arap ülkelerinin Ankara hükümetine yaptıkları baskının izlerini bulmak mümkündür.
Bu olaylardan sonra Suriye’nin Sovyetler Birliğine yakınlaşması, Irak’ta 14 Temmuz 1958’te gerçekleşen darbe ile dost rejimin yıkılması, Türkiye ve İsrail arasında, hem istihbarat hem de askeri alanda alış verişin daha verimli zemine çekilmesine neden olur. Ancak ilişkilerde ’60 yıllarda sapmalar görülür. Türkiye’nin NATO macerasında bazı sorunlarla karşı karşıya gelmesi ve ABD ile Sovyet Rusya’yı savaşın eşiğine getiren Domuzlar Körfezi gerginliğinin Ankara’nın dış siyasetinde yarattığı şok, diplomasi çevrelerini, tüm diğer dış ilişkiler gibi, İsrail ile olan ilişkileri de sorgulama noktasına getirecektir. Nitekim, bu dönemden itibaren verilen beyanatlarda “Arap ülkelerinin haklı davaları ve meşru haklarından” söz edilecek; ancak, Arap başkentlerinin tüm baskılarına rağmen, İsrail ile olan ilişkiler kesilmeyecektir.
1967 “Altı Gün Savaşı” esnasında ise Türkiye Arap yanlısı bir tutum izleyecektir. Bu savaş ve sonuçları, savaşın ardından Filistin Kurtuluş Örgütünün etkinlik kazanması ve İsrail’e karşı gerilla faaliyetlerine başlaması, ilk kez, Türk-İsrail ilişkilerini Ankara’daki diplomatik çevrelerden sokağa taşıyacaktır.  Savaş sonrasında Gaze Şeridi ile Batı Şeria’nın İsrail tarafından işgal edilmesi, özellikle Türkiye’de yeni yeni gelişmeye başlayan aşırı sol örgütlerin FKÖ’ye desteklerini getirecektir. Böylece “emperyalist” güçlere karşı Filistin Halkı ile dayanışma sağlanacaktır. Bu “dayanışma” sol örgüt militanlarının FKÖ kontrolündeki Bekaa Vadisindeki kamplarda askeri eğitime alınmalarına dek gidecektir.
Sol örgütlerin FKÖ ile olan yakınlaşmaları,  İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’un 1971 yılında kaçırılmasına zemin hazırlayacaktır. Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi tarafından kaçırılan Elrom’un hayatına karşılık istenenler dönemin hükümetine bildirilecek, ancak talepler kesin bir ifade ile red edilecektir. Sonuçta Elrom öldürülecek, bu durum Türk kamuoyunda çok sert tepkilere neden olacaktır…
Sol grupların FKÖ ile bağlantıları ve Türkiye’de rejimi değiştirmek için örgütlenmeye başlamaları, 1970’lı yılların sonunda ülkeyi siyasal – sosyal anlamda bir kaosa götürecek ve 1980 askeri müdahalesini gerekli kılacak zemini hazırlayan etkenlerden biri olacaktır.
Türkiye’de 1971 muhtırasını takip eden senelerde görülen siyasi istikrarsızlık, 1973 Yom Kippur savaşının basında ve kamuoyunda yeterince takip edilmemesine neden olur. Daha sonraki süreçte kurulan koalisyon hükümetleri içinde gitgide artan bir etki ile yer alan Milli Selamet Partisi ile dini söylem, Türk – İsrail ilişkilerinde belirleyici bir öğe olmaya başlar.
Savaşın sonrasında baş gösteren petrol krizi Türkiye’nin Arap dünyasına yönelmesine neden olur. Bunun yanı sıra, Kıbrıs Barış Harekatı ile başta ABD olmak üzere batılı ülkelerin Ankara’ya karşı giriştikleri ambargo da, Türkiye’yi Sovyetler Birliğine ve dolayısı ile Arap ülkelerine yakınlaştıracaktır.
Bu anlamda, 1970’li yıllarda gelişen tüm olaylar, adeta Türk – İsrail ilişkilerinin hızla daralmasına neden olmuştur. İsrail’in Kıbrıs harekatı sonrasında Washington yönetiminin Türkiye’ye karşı aldığı ambargo kararını değiştirmesi için doğrudan devreye girmesi, bunun yanı sıra Amerika’daki Yahudi lobisinin de aynı doğrultuda tavır takınması, iki ülke arasındaki soğukluğun giderilmesine yeterli olmaz…
Bu tarihten sonra Ankara, İsrail ile olan ilişkilerinde devamlı ikileme düşecektir. “Müslüman Filistin” halkının başına gelenler özellikle dini bakış açısının meclisteki temsilcileri tarafından çokça kullanılacak; buna karşılık, Filistin halkının yasal temsilcisi olarak kabul edilen FKÖ’nün sol örgütlere kapılarını açarak onları eğitmeyi kabul etmesi, değişik bir krize neden olacaktır. Daha da ötesi, Kıbrıs bunalımı esnasında, FKÖ’nün Rumları desteklemesi ve Yunanistan ile yakın ilişkilere girmesi, öte yandan, Ermeni terör örgütü Asala’nın militanlarını eğitmesi, söz konusu ikilemi canlı tutacaktır.
1980’li yıllara damgasını vuracak  İran – Irak Savaşı bir yana, İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesi, Irak’taki Osirek nükleer reaktörünü vurması, Golan Tepelerini ilhak etmesi, 1982’de Lübnan’a girmesi, Batı Şeria’da Yahudi yerleşimlerini kurmaya başlaması: İşte bütün bu olayların arda arda gelişmesi, Ankara’nın İsrail ile olan ilişkilerini 2. Katip düzeyine indirme kararı almasına neden olacaktır. Buna rağmen istihbarat ve askeri alanda “kapı arkası” ilişkiler artan tempoda gelişmeye devam edecektir.
1990 yılı Irak’ın Kuveyt’i işgaline tanık olacaktır. Körfez Krizi esnasında Arafat yönetimindeki Filistin idaresinin Saddam Hüseyin’i desteklemesi Kuveyt’in arkasında birleşen ve ABD ile siyasi – askeri ittifak kuran diğer Arap ülkelerini hayal kırıklığına uğratacaktır. Türkiye ile İsrail’in bu ani krize olan tepkileri aynı doğrultuda olacak ve iki ülke arasındaki ilişkiler bir toparlanma sürecine girecektir. Aynı dönemde Sovyet Rusya’nın çökmesi Ortadoğu’da, bugünkü duruma kadar uzanacak bir siyasi anaforun oluşmasına neden olacaktır.
1996 yılında başlayan Oslo Barış Görüşmeleri sürecinde İsrail’in hem ekonomik ve teknolojik alanda hem de diplomasi alanında parlayan bir yere sahip olması, iki ülke ilişkilerini üst seviyelere taşır… İlişkilerin artan temposu, Eylül 2001’deki büyük terör saldırılarına kadar gider… Bundan sonrası tarih olarak değerlendirilemeyecek kadar yeni olaylar zinciridir. Medeniyetler çatışması teorisine karşı medeniyetler arası ittifakların oluşturulduğu bir dönemde Türk – İsrail ilişkilerini değerlendirmek ve adlandırmak için daha bir süre beklemek gerekir.
Winston Churchill’in dediği gibi, “ülkeler arasında dostluk yoktur, çıkarlar vardır”. Bu gerçeği diplomasi oyununun kuralı olarak değerlendirirsek, Türk İsrail ilişkilerinin 1990’lı yılların sonlarında olduğu gibi sımsıcak bir dönemden geçmediği, ancak her iki ülkenin bölgede refahın artması ve terörün sonlandırılması için birbirlerine ihtiyaçları olduğu sonucuna varırız.


Kaynakça:
Tom Segev., “One Paletsine Complete”
Margaret Macmillan, “Paris 1919”
Gencer Özcan, “Türkiye İsrail İlişkilerinde Dönüşüm”   
Paul Scham, “Israeli Turkish Relations: New Directions”