Türkiyede doğup liseyi bitirdikten sonra yurtdışında eğitiminize devam ettiğinizi, Pariste yüksek tahsilinizi tamamladıktan sonra da uzun yıllar Porto Rikoda yaşadığınızı ve Porto Riko Üniversitesinde ders verdiğinizi, o ülkede psikanalizin gelişmesinde önemli katkılarınız olduğunu biliyoruz. Yıllardan sonra, hem de Porto Rikoda profesörlük unvanınızı aldıktan sonra Türkiyeye döndünüz ve artık sekiz yılı aşkın bir süredir mesleğinizi burada sürdürüyorsunuz. Neden Türkiyeye dönüş?
Aslında Türkiyeye dönüşümde birçok neden yatmaktaydı. Ama bir tanesi de doğmuş olduğum, çocukluk ve gençliğimi geçirdiğim bu topraklara güçlü bir geri dönme arzusuydu. Türkiyedeki Yahudiler binlerce yıldan beri bu topraklarda yaşamaktadırlar ve bu bir tarihsel süreklilik ve aidiyet duygusu yaratır. Yani burada yaşayan birçok Yahudi gibi ben de bu topraklara, özellikle İstanbula bağlıyım. Hani Orhan Pamukun İstanbulu gibi, benim de İstanbulum var. Ama Yahudilerin maruz kalmış oldukları haksızlıkları ve antisemitizmi de unutmuyorum, zaten diğerleri de size unutturmazlar. Bu anlamda bu ülkede onurlu ve özgürce yaşama hakkına sahip olabilmelidir Yahudiler.
Bu geri dönüşte, bir Yahudi olarak kamusal alanda sesimi duyurmak ve Türk toplumunda bir yer edinmek isteği yatmaktaydı. Yahudi olarak farklılığımı ve özgünlüğümü ortaya koyarak, kamusal alana katkıda bulunmak istedim. Tüm üniversite yıllarımı ve profesyonel etkinliğimi yurt dışında sürdürmüştüm. Hiç Türkiyede çalışmamıştım. Yetişkin yaşamımı adadığım çalışma alanı olan psikanalizi; gereksinim duyan ve bu anlamda acı çeken insanların hizmetine sokmak istedim. Ama sonuçta acı çeken insanların ne milleti, ne vatanı vardır, insan her yerde aynıdır ve bu anlamda bir evrensellik söz konusudur.
İstanbulda birlikte çalıştığım insanların ve gençlerin zengin kültürleri ve ruhsal dünyaları ve dilleriyle karşılaştım. Ve bu kültür hazinesi, otuz yıldan beri yaşamadığım bu ülkeyi yeniden keşfetmemi, aynı zamanda hiç unutmamış olduğum Türkçeyi de yeniden konuşabilmeyi ve geliştirmeyi sağladı.
Şalom Gazetesini düzenli okur musunuz? Pek çok yazarı ve çalışanı gönüllü bir ekip tarafından hazırlanan bu gazete ile ilgili fikirlerinizi alabilir miyiz? Sizce bu gazetenin bir misyonu var mı?
Şalom gazetesini elimden geldiği kadar okumaya çalışıyorum ve gazete için çalışan gönüllü ekibin çabalarını takdir ediyorum. Misyon sözcüğü aslında iddialı bir söz. Onun yerine, Şalom gazetesinin de, her gazete için söz konusu olan politik ve kültürel bir işlevi olduğunu düşünüyorum. Gazetenin sadece diaspora ve İsraildeki Yahudilerden bahsetmeyip birçok dünya sorununa açılmasını dilerim. Bir Yahudi düşünürün belirttiği gibi, antisemitizmin karşıtı hipersemitizm olmamalı bence. Yahudileri bütün dünya meseleleri ilgilendirmektedir, çünkü artık hiçbir etnik topluluk dünyanın öteki yerlerinde yaşanan sorunlardan kendisini tecrit edemez. Bu konularda da eleştirel bakışları da dile getirebilmelidirler.
Çok erken yaşlarda psikoloji ve psikanalize merak sarmış olmalısınız çünkü bu alanda eğitim gördünüz ve araştırmalar yaptınız, hatta kitaplarınız var. Türkiyede psikanaliz yerleşti mi sizce, psikanalizin neden önemli olduğu konusunda bir kaç cümle ile bizi aydınlatır mısınız?
Evet, Türkiye oldukça ilginç toplumsal süreçlerden geçmekte. Ben 1970de liseyi bitirip de psikoloji okumaya karar verdiğimde, Çapa, Cerrahpaşa gibi hastanelerde birkaç psikolog kadrosundan başka hiçbir olanak yoktu. Yani o sıralarda psikoloji okumak idealist olmaktı. Ben ilk üniversite yılımı İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Psikoloji bölümünde yaptım, ikinci yılımdan itibaren Parise gittim. 1999da İstanbula geri döndüğümde gerçekten birçok anlamda modernleşmiş bir şehir yaşamı ve kültürüyle karşılaştım. Benim için şaşırtıcı olan terapötik yardım almaya yönelik yoğun talepti. İstanbul 1970lerden beri birçok insanların göçüne sahne olmuş, toplumsal çalkantılardan nasibini almıştı. Yani bu karmaşadan dolayı insanların yaşamlarında kaçınılmaz olarak ruhsal çatışmalar ön plana çıkmaktaydı. Ama yalnız olumsuzluklar açısından da düşünmemek gerekir psikanalize olan ilgiyi. Aynı zamanda insanların kendi ruhsallıkları açısından iyi olan, özgürleştirici olan için de bir arayıştır bu. Psikanalize olan ilgiyle, Türkiyede sanat alanındaki müthiş gelişmeler bu sene Bienalin etrafında baş döndüren ritimde süren sanatsal etkinlikleri düşünürsek- arasında bir paralellik kuruyorum. Sanatçı toplumsal ve bireysel karmaşalığı yaratıcı bir şekilde ortaya çıkarabilirken, psikanalize gelen de kendi karmaşasından hareketle, bir çeşit kendi ruhsal yaratısını oluşturmaya çalışmaktadır.
İstanbulda herkes Şalom Gazetesinin kuruluşunun altmışıncı yıldönümünü kutlamak için yapılacak etkinlikte sunacağınız söyleşinin içeriğini merak ediyor. Ne dinleyecekleri ile ilgili birkaç ipucu verebilir misiniz?
Diaspora Yahudileri açısından, Yahudi kimliğinin nasıl oluştuğunu ele almak istiyorum. Judaizmi oluşturan din ve geleneklerle birlikte, hatta bu geleneklerin ötesinde, antisemitizmin Yahudilere güçlü ve derin bir kimlik duygusu sağladığını düşünmekteyim. Bugün Yahudiliğin oluşumunu Şoasız, yani Yahudi soykırımı olmaksızın düşünmek olanaksız. Şoa, tüm geçmiş yüzyıllarda Yahudilerin maruz kaldıklarını yeniden tanımlamış gibidir, benlik ve varlığımıza kazınılan temel bir olaydır.
Son olarak burada, Türkiyede yaşayan Yahudilerin geleceği ile ilgili düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz? Sizce Türkiyedeki Yahudilerin bir geleceği var mı?
Doğrusu, Türkiyede Yahudilerin, diğer topluluklarla birlikte özgürce, diğer vatandaşlarla eşit haklara sahip olarak, ayrım gözetilmeksizin yaşayabilmelerini dilerim.
Buradaki Yahudilerin güçlü bir kimlik duygusu yaşadığını düşünüyorum. Ve toplumun diğer kesimleriyle karışmaları, melezleşmeleri beni ürkütmüyor. Tüm dünya melezleşmektedir. Türkiyeli Yahudiler elbette kendilerini güvende hissedebilecekleri bir ortamda yaşamak, çocuklarını yetiştirmek isterler. Ama şu sıralarda içinde bulunduğumuz politik ortam, Yahudiler kadar, demokratik ve laik bir rejim taraftarı olan herkesi çok yakından ilgilendirmekte ve endişelendirmektedir.
Diğer yandan, Ortadoğuda İsrailli ve Filistinliler arasındaki savaş ve bu bölgedeki diğer çatışmalar da, yakıcı bir sorun olarak durmaktadır. Tıpkı Amos Gitaiin Serbest Bölge filminin son sahnesinde olduğu gibi, İsrailli ile Filistinli arasındaki sağırlar diyalogu çok üzücü, acı vericidir.