Kudüs İbrani Üniversitesi Uluslararası Yahudi Kültürünü Geliştirme Merkezi ve Bar İlan Üniversitesi Begin- Sedat Stratejik Araştırmalar Merkezi tarafından ortaklaşa düzenlenmiş olan 21. Yüzyılda Arap- İsrail Çatışması konulu toplantıya katılmak üzere 13- 21 Haziran tarihleri arasında Kudüsteydim. Avrupa ve Amerikadan toplantı için seçilmiş olduğu belirtilen on beş akademisyen onuruna verilen açılış resepsiyonunda toplantının sponsorluğunu üstlenenler tarafından biz katılımcıların birbirinden seçkin yüzlerce aday arasından seçilmiş olduğumuz için kendimizi çok şanslı saymamız gerektiği hususu titizlikle vurgulandığında açıkçası bu türden bir vurgulamayı gayet nezaketsiz ve yersiz bulduğum için dayanamayarak Bırakın da toplantının son günü o kararı biz kendimiz verelim deyivermiştim.
İsraile akademik faaliyet bağlamında ikinci gelişimdi, geçen yıl yirmi beş gün süren uzun soluklu, son derece fayda sağladığım bir toplantı ve İsrailin beş ayrı üniversitesinde vermiş olduğum Türk- İsrail İlişkileri konulu konferanslar dizisinin ardından, bu sene düzenlenen toplantıya seçildiğimden içten içe büyük bir sevinç duyuyordum. Bu toplantı benim için ikinci bir fırsattı. Toplantı oturumları, katılımcıların akademik geçmişleri, konuşmacıların uzmanlık alanları bir süredir uzmanlaşmaya gayret ettiğim alanla tamamen örtüşüyordu. Mucizeler yaratamayacaklarının farkındaydım, bildiklerimi, okuduklarımı değiştirecek, yaşanılmakta olanı kendilerine göre tekrar kurgulayacak halleri yoktu. Yanlış düşünüyor ve biliyorsam eğer ve bu yanlışımı yine bilgi ile düzeltebilecekler ise bu İsrailli meslektaşlarım için büyük mutluluk, benim açımdan ise bir kazanç olurdu. Aralarında kanaat önderlerinin, akademisyenlerin, gazetecilerin, bürokratların ve askeri elitin bulunduğu yirmi bir konuşmacı, sekiz gün boyunca katıldığımız ikişer saatlik, yirmi bir farklı oturumda bunu yapmaya çalıştılar, bazı konularda sahip olduğum bilgileri ilk ağızdan güncellemiş oldular. Bunlardan bazıları dikkate değerdi.
Örneğin, İsrail Devletinin Türkiyeyi Ortadoğuda Araplara karşı stratejik bir ortak olarak gördükleri için desteklediğini düşünüyordum. Oysa hemen her konuşmacı Türkiyeyi seküler yapısı için de desteklediklerini çünkü Türkiye radikal İslamcıların kontrolüne geçtiği takdirde hem Avrupanın hem de İsrailin Ortadoğuda radikal İslami ve otoriter rejimlerle aralarında bir tampon devlet olarak yer alan Türkiyeyi kaybetmiş olacaklarını vurguladılar.
Yapmış olduğum okumalardan bugüne dek Yahudilerin Araplara, özellikle de Filistinlilere zarar vermek için politikalar üretip, uyguladıkları fikri uyanmıştı. Seminerlerde verilen tüm örneklerde ve yaptığımız alan gezilerinde bizzat gözlemlediğim Yahudilerin aslında Filistinlilerin siyasal ve ekonomik açılardan istikrarlı olmalarını, bunu kendi güvenlikleri için gerekli gördüklerini ve bu nedenle de onları siyasal, sosyal ve ekonomik açılardan desteklemekte olduklarını gösterdi.
Konuşmacılardan biri olan İsrail Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Regevin İsrailin diğer Ortadoğu devletleri ile kıyaslandığında ne denli liberal, demokratik ve çoğulcu olduğunu şu örneklerle açıklaması gayet mantıklıydı. Mikrofonu İsrailin herhangi bir şehrinde, sokakta yürüyen insanlara uzatın ve Ehud Olmertin politikalarını beğeniyor musunuz? diye sorun, ne kadar sayıda insanla konuştuysanız o kadar sayıda birbirinden tümüyle farklı cevap alacaksınız. Aynı soruyu Hamas lideri için Arap tarafında sorun, bütün cevaplar aynı olacaktır çünkü başka şansları yok.
Tam Gazze Şeridinde bulunan bir İsrail yerleşim bölgesini ve Gazze Şeridinden iki kilometre uzaklıkta yer alan Sderot şehrini dolaştık. Gazze Şeridinde yer alan Moşavda 250 aile ve 650 kişi yaşıyormuş, kocaman duvarlar örmüşlerdi tam yaşadıkları bölgenin önüne Kasam ve Katyuşalardan korunmak için, evlerde çatı yerine en az 20 cm. kalınlığında beton vardı, 25 kişilik çok sayıda sığınaklar vardı, gökyüzünde de bir kontrol balonu. Ben tam burada nasıl yaşanır
diye söylenirken, bu Moşavda uzun yıllardır yaşayan rehberimizin sıcak dönemlerde hemen her gün iki- üç roket saldırısına uğruyoruz fakat inanın bugüne dek burayı kimse terk etmedi, hatta Avrupada yaşayan üç Yahudi aile sadece bize destek vermek için buraya yerleşti dedi. Sderot şehrinin durumu da farklı değildi. Sderota varışımızdan sadece iki saat önce bir füzenin düştüğünü öğrendik, ilginçti adeta hiçbir şey olmamış gibi Sderot halkı sokaklarda ya çocuklarını gezdiriyor ya da kocaman pizzaları ellerinde evlerine gidiyorlardı. Sderot gezisinin en hoş yanı Vali Eli Moyali dinlemekti. On yıldan beri görevde olduğunu, yedi yıldır ise Sderotun haftada en az iki kez füze saldırısına uğradığını buna rağmen sadece nüfusun %20sinin güvenli gerekçesiyle başka şehirlere göç ettiğini, geri kalanın ise bu şehir ve İsrail için ölmeye hazır olduğunu söyledi. Türkiyede milliyetçiliği ve milliyetçileri ayıplamanın moda olduğu bu dönemde bunları duymak iyi geldi açıkçası.
Hepimizin bildiği gibi hemen her bir Ortadoğu devleti terörist faaliyetler uygulamaktan kaçınmayan radikal örgütlere sahip, ancak uzun yıllardır Arap devletlerinin bazıları ve de özellikle Filistin ile savaş halinde olan, bünyesinde gayet milliyetçi algılamaya sahip nüfus barındıran İsrailin bu türden bir terörist örgüte sahip olmaması hep ilgimi çekmişti. Aklımın bir köşesinde yer alan bu tereddüdü konuşmacılardan biri olan Jerusalem Postun Editörü David Horowitze aktardım. Açıkladığı görüş karşısında şaşkınlığımı saklayamadığımı itiraf etmeliyim: Bugüne dek ferdi birkaç saldırı dışında, yapılandırılmış ve terörist faaliyetler gerçekleştiren İsraile özgü herhangi bir terörist örgüt yok, Savunma Bakanlığı ve askeriye görevini hakkıyla yapıyor.
Bir diğer ilginç husus da şuydu. Biz Türkiyeden İsraili yönetici elitle halkın özellikle dış politikayı ilgilendiren hususlarda uyum içinde hareket ettiği bir ülke şeklinde algılıyoruz. Oysa konuşmacılardan pek çoğu İsrail halkının yönetimin otorite ve liderlik zafiyeti bulunduğuna inandığını vurguladı. Özellikle Filistin sorunu karşısındaki çaresizliğin mevcut iktidarın otorite ve liderlik zafiyetinden kaynaklandığı belirtildi.
İsrailde faaliyet gösteren ve genelde AB tarafından maddi destek gören pek çok Sivil Toplum Kuruluşunun (STK) bilinçli bir biçimde İsrail karşıtı propaganda yaptığı ve uluslararası medyanın seçtiği fotoğraflar ve derledikleri haberlerle Filistinlileri ezilen taraf olarak gösterdiği söylendi. Türkiyedekine çok benzer bir durumla bu denli topyekün milliyetçi sayılabilecek bir toplumda ve ABDnin desteğini bu denli yüksek bir oranda almayı başaran bir devlette karşılaşmak açıkçası çok tuhaf geldi. Ayrıca, hemen her bakımdan ABDnin sosyal, siyasal ve ekonomik desteğini almakta olan bir devlet için Arap- İsrail ve Filistin- İsrail sorunlarında yasallık peşinde koşmak da ilginç geldi. ABD ile mevcut ilişkileri Begin- Sedat Direktörü Prof. Dr. Efraim İnbarın Tanrı ile aramızda sadece Washington var ifadesiyle tanımlamayı tercih eden İsrail bürokrasisinin neden bu denli yasallık peşinde olduğunu anlamak gayet güçtü.
Bir diğer şaşkınlığı da Filistin- İsrail sorununda kriz çözümü yerine kriz yönetimi ni tercih ettiklerini duyduğumda yaşadım. Kanımca, kendi zaferleriyle sonuçlandırmayı hedefledikleri kriz çözümü yerine onlarca yarım zafer sayılabilecek kriz yönetimini kabullenmeleri Filistine ve Filistinlilere karşı hırslarını da törpüledikleri anlamına gelecekti ki bu da bu konuda İsraillilerin ne denli ılımlı bir duruma geldiklerini gösteriyordu.
Şaşkınlılar bitmedi, Prof. Dr. Efraim İnbarın An Israeli View başlıklı yazısını okuduktan ve bu yazıdaki fikirlere pek çok İsrailli entelektüelin katıldığını gördükten sonra Mısır ve Ürdünün İsrail için sadece stratejik bir ortak olarak görülmediğini fakat aynı zamanda bu iki devlete Filistin problemine çözüm bulmak için ihtiyaç duyduklarını öğrendim. Bu yeni önerinin İsrail toplumu genelinde yandaş bulup bulamayacağını elbette zaman gösterecektir.
İsrailde öylesine büyük bir İran endişesi ve karşıtlığı hakim ki, İsrail hakkında sınırlı bilgisi olan ve İsrailde ilk kez buna benzer bir toplantıya katılmış olan biri, İsrail dış politikasının Filistin meselesinden çok İran odaklı olduğu fikrini rahatlıkla benimseyebilir.
Bilindiği gibi Türkiyede savunmaya ayrılan payın çok yüksek olduğundan yakınan demokratik, çoğulcu ve liberal bir toplumda askerileşme eğiliminin bazı değerlere zarar vereceğini düşünen hallice bir kesimin olduğu bir gerçek. Beni şaşırtan husus; tüm hataları ve sevaplarına karşın aynen bizim gibi demokratik ve seküler olan ve bu iki kavramın geliştirilmesi yolunda uğraş veren İsrailde savunmaya ayrılan kocaman bütçenin ancak halkın oldukça küçük bir bölümünde eleştiri konusu yapılması. Şimdi birbirine çok benzeyen bu iki devlette toplumsal temelde mevcut bu iki tezat algılama neyin ifadesi? Taraflardan biri akılsız mı, yoksa ulusal güvenlik söz konusu olduğunda savunmaya ayrılan bütçenin tartışılması söz konusu dahi olmuyor mu?
Tüm bunların yanı sıra; İsrailli meslektaşlarımın gayet Siyonist tavırlarıyla, dünyayı kendilerinden ibaret bir gezegen olarak algılamalarıyla, cimrilikleriyle (Yahudiler buna Kapitalizmin doğal sonucu diyor), sınırsız olarak değerlendirdikleri güçlerinin sınırlarıyla tatlı tatlı dalga geçebilmek ve bu dalgaların onlar tarafından kahkahalarla karşılanması çok hoştu. Başta doğruluğu ve içtenliğiyle her zaman dostluğundan büyük gurur duyduğum meslektaşım ve arkadaşım BESA Direktörü Prof. Dr. Efraim İnbar olmak üzere Akademik Başkan Cyril Aslanova, Akademik Koordinatör Matelle Godfreye ve emeği geçen herkese teşekkür ediyorum, sayenizde çok şey öğrendim. Toplantıda tanıma fırsatına sahip olduğum her biri bir diğerinden kültürlü ve bilgili on dört güzel insanı da tanıdığım için çok mutluyum, onlar da bana çok şey kattılar, onlara da çok ama çok teşekkür.