Gazetemizin 60. yıl kutlamaları kapsamında düzenlediğimiz, “Doğu ve Batı arasında sıkışmış bir kimlik: dünümüz, bugünümüz ve yarınımız” başlığı altında konuşmacılarımızın metinlerini yayınlamaya devam ediyoruz. Bu haftaki bölümde Prof. Dr. Elda Abrevaya, Sigmund Freud ve Jacques Derrida üzer
Hrant Dinkin anısına...
Prof. Dr. Elda ABREVAYA
Yahudi olmak nedir sorusuna Fransız yazar Hélène Cixous şöyle cevap verir: Kim dil ve düşüncesinde, titremeden Ben Yahudiyim diyebilir? (H. Cixous, 2001) Kim bir an için bile olsa kendi Yahudi kimliğini ifşa etmekte tereddüt etmemiş veya bu soruyu yanıtlaması gerektiğini düşündüğünde, belli bir endişe hissetmemiştir? Türkiyede bu soruyu yanıtladığında, Ben Museviyim diyerek yanıtı yumuşatmaya çalışmamıştır? Bu anlamda Yahudi cemaatinde Musevi ile Yahudi olmak arasındaki ayırımın üzerinde düşünülerek, Yahudi kimliğinin üstlenilmesi için gösterilen çabalar değerlidir.
Freud ve judeité:
Yahudi olmak nedir üzerinde düşünürken, Fransızcadaki judaisme sözcüğüyle, judaité veya judeité sözcükleri arasındaki ayırım bu tartışma için yararlı olabilir. Judaisme Yahudiliği din ve kültüre bağlı olarak tanımlarken, judaité veya judeité bu olguyu dinin dışında ele alır. Judaismee bağlı olmayan ve kendisini ate bir Yahudi olarak tanımlayan Sigmund Freudu Yahudi yapan neydi? Onun judeitési nereden kaynaklanıyordu? 1926 yılında, Viyanadaki Bnai Brith Derneği, kendi üyeleri olan Freudun 70. yaşgünü onuruna bir toplantı düzenler. Freud o yıllarda kanserden muztariptir ve rahat konuşamamaktadır. Bu yüzden onun konuşmasını başkası okur. Freud, ilk kez bu metinde kendi Yahudi kimliğine dair duygu ve düşüncelerini tanımlar. Konuşması içten ve dokunaklıdır. Psikanalizi keşfettiği yıllarda insan ruhuna ve cinselliğe dair ortaya attığı görüşlerden dolayı ki bunlar çevresinde büyük rahatsızlık ve tedirginlik yaratmıştı- birçok dostu ondan uzaklaşmıştı. Kendisini çok yalnız hissettiği bir zamanda, Bnai Brith Derneği ona cömerte kapılarını açmıştı. Kültürel olarak çok yönlü insanların bulunduğu bir ortamın özlemini çeken Freudun, bu ortamı dernek bünyesinde bulması anlamlıdır. (S. Freud, 1993) Dernek üyeleri Freudu aralarına almakla kalmamış, aynı zamanda Freudun bilimsel çevrelerde tepkiye yol açan ilk çalışmalarını sunabileceği bir çatı da sunmuşlardır.
Freud onu Yahudiliğe bağlı kılanın ne dini inanç, ne de milliyetçilik duygusu olduğunu belirtir. Kendisinde bir an için de olsa milliyetçilik duygusunu algıladığında, bunu uğursuz ve haksızlık dolu bir duygu olduğu için bastırmak gerekliliğini hissetmiştir; çünkü Yahudiler politik olarak tabi oldukları toplumlarda, milliyetçiliğin korkutucu ve tehdit edici örneklerini yaşamışlardır. Nitekim Freudun bu bilge sözleri, daha sonraki yıllarda başta Almanya olmak üzere, tüm Avrupa üzerine çökecek olan karanlık dönemin, yani Nazizim felaketinin habercisiydi. Dini inanç ve milliyetçilik duygularından uzak kalma ihtiyacını hisseden Freud kendi Yahudiliğini; söze dökülemeyen, neredeyse tarif edilmesi imkânsız olan, derin ve mahrem bir kimlik duygusuyla, bir varolma şekliyle bağlantılandırır.
Freud psikanalizin gelişmesi için verdiği mücadelerde, Yahudi olmaktan kaynaklanan iki niteliğinin ona çok yardımcı olduğunu belirtir. Yahudi olmak, öteki insanların düşünme kapasitesini kısıtlayan birçok önyargıdan onu muaf tutmaktaydı. Diğer yandan Yahudiliğinden dolayı zaten hep azınlık olmaya alışmış biri olarak, yeni fikirleri savunması ve bir blok oluşturan çoğunluğun dışında kalabilmesi daha kolay olmuştu. Tabii azınlık olmak bir topluluk içinde uyumlu, konformist olma ve topluluğun dışına çıkmama ihtiyacını da doğurabilir; ama Freud cinselliğin kökenlerinin çocuklukta yattığını iddia ederek bu konuda neredeyse bir skandal yarattığında, görüşlerini her ne pahasına olursa olsun savunabilmişti.
Freudun yaşam öyküsünde ilginç nokta, Freudun Yahudi kimliğinin ailesinden kaynaklanmamış olmasıdır. Ailesinden hiçbir din eğitimi görmemişti. Kimlik duygusu, tam tersine, içinde yaşamış olduğu Alman ve Avusturya toplumlarındaki antisemitizmden doğmuştur. Okul ve üniversite yıllarında antisemitizme maruz kalan Freude, genç ve yetenekli bir hekim olmasına rağmen, Yahudi olduğu için Viyana üniversitesinde kadro verilmemiştir. Baba Jakobun oğluna Yahudi diniyle ilgili bilgileri aktarmamış olduğunu, tam tersine onu bu alandan uzak tutmaya çalıştığını saptarız. Tüm kültürlerde ataların mirasını çocuklarına, özellikle erkek çocuklarına aktaranın baba olduğunu düşünürsek, baba Jacob niye oğluna böyle bir mirası aktarmaktan kaçınmıştı ? Babanın maruz kaldığı bir aşağılanma sahnesi buna neden olarak gösterilebilir mi? Freud on iki yaşındayken, babası ona başından geçen bir olayı anlatır. Sokakta yürüyen biri babanın kürk şapkasını çamura attıktan sonra ona şöyle bağırmıştı: Yahudi, yoldan çekil! Bu öyküye öfkelenen küçük Freud babasına nasıl karşılık verdiğini sorduğunda, babası, başka bir çaresi olmadığı için şapkasını çamurun içinden çıkararak yoluna devam ettiğini söyler. Freudun bu çocukluk anısını bize aktaran onun biyografisinin yazarı Ernest Jonesdur. (E. Jones, 1958) Freud, babasının bu hakaret karşısında cesurca karşı koyamışından dolayı şoke olur. Bu deneyim ona ilerde Kartacalıların generali olacak ve büyük zaferler kazanacak çocuk Aniballe babası arasındaki konuşmayı hatırlatır. Baba, Anibale Romalılardan intikam alması için yemin ettirmiştir. Nitekim Freud de Anibal gibi erişilmesi imkânsız gibi görüneni, yani bilinçdışını, fethetmiş ve yükselerek, onuru kırılan babasının intikamını almıştır.
Baba Jacob oğluna Yahudilikle ilgili bir mirası aktarmayarak, onu antisemitizmden korumak mı istemiş, onun da kendisi gibi aynı muameleye tabi tutulmasını engellemeye mi çalışmıştı? Baba ailenin gözdesi olan oğluna farklı bir eğitim sağlayarak bir Yahudinin erişemeyeceği parlak bir gelecek mi hayal etmiştir? Hiçbir şey Freudu antisemitizmden koruyamamıştır. Freudun yaşamında yıllarca ona acı çektiren kanserden ayrı, en dramatik anlarından biri de, Nazilerin Almanyada iktidara geldiklerinde, Freudun ailesiyle birlikte Londraya göç edebilmek için Nazilerden gerekli izinleri almaya çalıştığı andır. Bu sürgünün karşısında duran engellerin aşılması başlı başına nefesleri kesen bir film gibiydi.
Jacques Derrida
Yahudi olmanın kendi benliğinde belirleyici olduğunu belirten diğer bir Avrupalı aydını, 2004 yılında ölen ünlü felsefeci Jacques Derridayı ele alalım. Cezayirde doğan Derrida kendisini üçlü bir kimlikle bilir ve tanır: Yahudi, Kuzey Afrikalı, Fransız. Yahudiliği de ilk sıraya yerleştirir. Derrida Arap ve Müslüman bir ülkeden gelmesi açısından, bizim kültürümüze de yakındır. Bizler de, kendimizi Yahudi, Türkiyeli, Avrupalı olarak tanımlayabiliriz. Kökenleri Avrupaya dayanan Türkiyeli Yahudiler, bu topraklarda yüzyıllardan beri yaşamaktadırlar. Avrupalı kökenlerine ve bu topraklara bağlı, dil ve daha geniş anlamda kültürü Judeo- Espanyol ile yoğrulmuş olan Türkiyeli Yahudiler, sanırım oldukça net bir kimlik duygusu taşırlar. Bu anlamda buradaki Yahudilerin kimlik duygusunun, Türkiyedeki siyasal, sosyal oluşumlardan bağımsız, yüzyıllardan beri bir süreklilik taşıdığını söyleyebiliriz. Bu topraklarda konuşulan ve artık eskisi kadar konuşulmasa da yine de atalarımızdan bize aktarılan ve kültürümüzü oluşturmaya devam eden Judeo- Espanyol, derin bir aidiyet duygusu yaratır.
Jacques Derridaya dönersek, onun da Yahudiliği Freudunküne benzer özellikler taşır. Yahudiliğin dini ve kültürel boyutundan, yani judaisme den uzak ve ate olan Derrida, buna karşılık Yahudi kimliğini kendi benliğindeki en derin ve arkaik yer olarak adlandırır. (J. Derrida, E. Roudinesco, 2001) Bu sözlerle Derrida etnik kimliğin, yaşamın başlangıcında bir çocuğun kendi anne ve babasıyla kurduğu ilişkiden neredeyse daha temel bir yere dokunduğunu vurgulamış olur. Bu anlamda bir toplumda yaşayan bireylerin kendi kültürel ve etnik özelliklerinin diğerleri tarafından tanınması hayatidir. Hele söz konusu bu etnik özellikler azınlık bir topluluğa aitseler, egemen kültürün içinde yer bulabilmeleri çok önemli bir hale gelir. Bu özelliklerin tanınması bu denli hayatiyse, bugün dünyamızı kasıp kavuran etnik kavgalar ve savaşların kökenlerini daha iyi anlayabiliriz. Psikanalistlerin ısrarla ve haklı olarak üzerinde durdukları çocukluğun unutulan yılları ve ebeveynlerle kurulan duygusal ilişkiler kadar önemli olan, her insanın içinde yaşadığı toplumla olan bağı, ilişkisidir.
Derridanın yaşamındaki antisemit olaylar onda, kendi deyimiyle, kapanmayan bir yara oluşturmuşlardı. Cezayirde antisemitizm 1940- 1942 yıllarında tırmanışa geçmişti. Bunun sonucu olarak Derrida 1942de liseden atılmıştı. Her gün sınıf arkadaşları ve sokaktaki çocukların hakaretine uğramakta, onların pis Yahudi şeklindeki sözel saldırılarına maruz kalmaktaydı. Tüm bu acı sonuçlarıyla birlikte, Derrida da , Freud gibi, Yahudi olmanın ona kazandırdığı olumlu niteliklerden söz eder. Kendisini hiçbir yere ait hissetmeyen ve bu yüzden köksüz biri olarak nitelendiren Derrida için bu, olumsuz birşey değildir, acı vermekle birlikte özgürleştiricidir. Böylelikle birçok konuda katı görüşler benimsemek yerine, özgür fikirlere açık olması mümkün olmuştur. Nitekim tüm çalışmaları ve yaşamdaki politik duruşu da, Yahudi olmanın ona kazandırdığı bu yaklaşım sayesinde daha iyi anlaşılabilir. Aynı zamanda toplumsal sorunlara olan duyarlılığı nedeniyle bu konularda tavır aldığında, örneğin Avrupa, Fransa, İsrail veya diaspora Yahudileri gibi konularda, daha adil bir görüşe sahip olabilmiştir.
devam edecek...
Kaynakça:
1. Esther Benbassa, Jean- Christophe Attias, La haine de soi. Difficile identitiés, Paris: Editions Complexe, 2000.
2. Hélène Cixous, Portrait de Jacques Derrida en jeune Saint Juif, Paris: Galilée, 2001.
3. Jacques Derrida, Elisabeth Roudinesco, De quoi demain, Paris: Galilée, 2001, s. 183- 184.
4. Sigmund Freud, Alocucion ante los miembros de la Sociedad Bnai Brith, Obras completas, cilt 20, Buenos Aires: Amorrortu, 1993, s. 263- 264.
5. Nicole Lapierre, in La haine de soi. Difficiles identités, s. 277- 278.
6. Jacques le Rider, in La haine de soi. Difficiles identités.