Geçtigimiz bahar aylarında Valencia`ya yaptığım bir geziden sıcacık anılarla geri döndüm. Ispanya`nın ne tarafına gitsem kendimi hep evimde hissederim... havası, suyu, insanları, gastronomisi.... Yakınlık genlerimizden midir, geleneklerimizden mi? Şalom okurları ile izlenimlerimi paylaşmak istedimSibel CUNİMAN PİNTO / Paris
Valencia, İspanya’nın Akdeniz kıyısında şirin mi şirin bir şehir... Madrid ve Barcelona’dan sonra 800,000 kişilik nufusu ile İspanya’nın üçüncü büyük şehri. Ortalama sıcaklık 17°C, yılın 90%’nında hava güneşli ... Şehir geleneksel özelliğini koruyadursun geçtiğimiz aylarda her yanında hummalı bir inşaat, restorasyon ve güzelleştirme çalışmalarına rastlanıyordu çünkü Valencia 32. Amerikan Kupasını (American Cup) misafir edecekti. Bu kupanın tarihçesini merak edenler için 22 Ağustos 1851 tarihindeki ilk regatada America adlı yat Birleşik Krallığa ait en iyi filoyu yener. Kazandığı kupayı New York Yat Klübüne bağışlar, klüp de kupa için her yıl yarışa hazır olduğunu ilan eder. Regatanın sloganı «There is no second » yani Ikinci Yok. Yarışmanın tek bir kazananı var ve kazanan kupayla birlikte organizasyonu da kendi ülkesine götürür. Bu yıl 32. kez yapılan bu ünlü regatanın 28’ini Amerikalılar, 2’sini Yeni Zelandalılar, birini de Avustralyalılar kazanmışlar. 2003 yılında İsviçreli Alinghi Klübü Yeni Zelanda’daki yarışmayı kazanınca 152 yıl sonra yarışma ilk kez Avrupa’ya taşınır. İsviçre’de deniz olmadığından Valencia özellikle hava koşullarının da elverişliliği nedeni ile organizasyonu misafir edecek şehir seçilir. 3 Nisan- 7 Temmuz arasinda gerçekleşen turnuvanın organizasyonu için Valencia şehri kolları sıvadı, özellikle ticari limanlarının yarışmaya ev sahipliği edecek şekle dönüştürülmesi ve iki yeni marina inşaatıni takip etmek epey heyecan vericiydi. Yarışma sonucunda Isviçreli Alinghi, Emirates Team Yeni Zelanda’yı yenerek tekrar American Cup’ın sahibi oldu.
Valencia’ya tarihi açıdan baktığımızda zengin bir şehirle karşılaşıyoruz : müzeler, sanat galerileri, tarihi binalar, özellikle “eski şehir”! Mis gibi esinti eşliğinde eski şehirdeki Roma Forumu kalıntılarının keşfedildiği Plaza de la Virgen’den yürüyüşümüze başladığımızda yüzyılların kalp atışları sanki kulaklarımızda çınlıyor. La Virgen de los Desamparados Bazilikası, Palau de la Generalitat, Lonja de la Seda (İpek Loncası 1996 yılında Unesco Dünya Mirası listesine eklenir), süper etkileyici Belediye Binası Ayuntamiento, demir, cam ve seramik karolarla süslü muhteşem güzellikteki ana pazar alanı Mercato Central... Ardından Valencia Katedrali… Katedral 1262- 1462 yılları arasında inşa edilmiş, yıllar içinde gotik tarzın üstüne farklı mimari stil eklemelerle zenginleştirilmiş. Şehrin amblemi haline gelen katedralin 50.85 metre yüksekliğindeki Gotik tarzdaki çan kulesi El Miguelete’den şehrin süper güzel panoramasını kaçırmamak gerekir. Museo de Bellas Artes San Pio V (Güzel Sanatlar Müzesi) ülkenin en önemli müzelerinden biri. Juan de Juanes, Ribera, Sorolla, Pinazo gibi Valencia okulundan ünlü ressamlar ve Van Dyck, Murillo, Velazquez, El Greco, Goya gibi diğerlerinin eserlerinin tadına doyasıya varmak gerek. Diğer yanda IVAM (Valencia Modern Sanat Enstitüsü) modern sanat meraklıları için şart....
Şehrin bir başka ve çok farklı noktası Ciudad de las Artes y las Ciencias (Bilim ve Sanat Bölgesi). Fütüristik bir mimari ile inşa edilen bu kompleks dört ana bölümden oluşuyor: İnsan gözü formundaki nefes kesici binanın içinde dev ekranda üç audio- visüel prezantasyon izleyebileceğiniz L’Hemisferic; tiyatro, dans ve opera izlenebilen Palacio de las Artes Reina Sofia; « dokunmak yasak değil » prensibiyle oluşturulmuş yepyeni konsept bilim ve teknoloji müzesi Museo de la Ciencias Principe Felipe ve 500 farklı cinsten 45,000 adet deniz ve okyanus canlısını barındıran, 42 milyon litre sudan oluşan 9 farklı tematik tank içeren Oceanografico... Avrupa’nin en geniş kültürel eğitim merkezi kabul edilen bu « şehir »den mimari anlamda etkilenmemek mümkün değil. Tümünü gezebilmek için en az iki gününüzü ayırmanız gerekir.
Lladro Kültur Merkezi ve Müzesi Valencia yakınlarındaki Tavernes Blanques kasabasında yer alıyor. « Porselen Şehri » yılda 15,000 kişi tarafından ziyaret ediliyor. Burada Lladro kardeşlerin üretime başladığı porselenlerin oluşumunu adım adım takip ederek hayranlıkla izleyebilir ve pek tabii ki evinize hatıra porselenler alabilirsiniz.
Valencia denince “Las Fallas” Karnavalından bahsetmeden geçemeyiz. 18.yüzyılın ortalarında marangozların azizi José anısına yapılmaya başlayan bu şenlik bir yıl süren ciddi bir hazırlık süreci gerektirir. Her yıl mart ayında büyük bir renk, ses ve eğlence içinde kutlanır, yerli ve yabancı turistlerin katılımı ile eğlence doruğa ulaşır. Belli bir tema çerçevesinde lokal ve ulusal olay/kişilere karşı ironik/satirik eleştiri içeren 20 metreye kadar ulaşan tahta heykeller süslenerek şehrin sokaklarında dolaştırılır. Kadınlar geleneksel kostümlerle gün boyu dans eder, yenir içilir, konserler dinlenir, geceleri havai fişek gösterileri göğü aydınlatır. Şehirde beş gün boyunca tam bir fiesta havası eser ve 19 Mart geceyarısı bütün heykeller büyük ateşlerde yakılır.
Valencia deyince gurmelerin aklına hemen Paella Valenciana’nın geleceğinden eminim. Pirinç tarlalarında doğan bu yemek halkın yemeğidir, en temel ve en ucuz malzemelerden yapılır: pirinç, balık ve sebze. Yemeği pişirmek için kullanılan düz, geniş tavanın adıdır aslında paella… Her bölgenin, her kasabanın kendine has paella’sı vardır: balık ve ürünleri, kış (kuru fasulye, karnabahar, ıspanak veya enginar), mix paella bazı çeşitleridir. Ama Valancia sadece paella değil bir çok çeşit pirinç yemeği barındırır gastronomi arenasında… Fırında güveçte pışirilen pirinç, bezelye, domates, sarmısak ve patatesten oluşan Arros al Forno veya balıkçıların yemeği de denen o günkü balık çeşitleri, soğan, defne yaprağı ve pirinç yerine noodle’la yapılan Fideua diğer örneklerdir. Nerede en iyi paella yenir diye sorduğumuzda “cumartesi akşamı uygun değil, paella pazar öğlen en erken 13:30’da ve mutlaka sahilde yenir” yanıtını aldık süper yardımsever resepsiyon müdüründen… Cumartesi akşamını tipik bir “tapas bar”da değerlendirip paella keyfini Pazar gününe bıraktık. Pek tabii ki güzelim sahil şeridi ve plajlari görmeden ayrılsaydık cok yazık ederdik… pırıl pırıl parlayan güneş, 20 derecelerdeki sıcaklık ve Valencia’ya has bir beyaz şarap eşliğinde leziz paella işte burada yaşanır dedirtir insana!!
Tabii ki İspanya deyip “turrón”dan bahsetmemek olmaz. Kökleri Moorish’lere uzanan bu özel tatlının yazılı kayıtlarda bahsi 1541’e dayanır. İki ana türü vardır: Turrón Blando denilen yumuşak olanın üretim merkezi Xixona’dır ve şeker, bal, yağ, yumurta ve ezilmiş bademden yapılan yumuşak ve yemesi kolay bir tatlıdır. Turrón Duro denilen sert turrón ise Alicante’de üretilir, yumurta, bal ve bütün bademlerden oluşan oldukça sert nugat tarzı bir tatlıdır, ağzınıza bir parça atıp kuvvetlice ezdiğiniz anda bu tada doyum olmayacağı gerçeğini keşfetmiş olursunuz. Bu iki ana çeşidin yanısıra çikolatalı, hindistancevizli, meyve şekerlemeli ve badem ezmeli çeşitleri de mevcut olup özellikle İspanyolların Noel sofralarının vazgeçilmez tatlısıdır. İspanya’da yılda ortalama 27,000 ton turrón satışı gerçeklestirilir. Tatlının yanında ufak bir içkiye ne dersiniz? Aqua di Valencia taze portakal suyu ve Cava denilen Katalan şampanyası karışımından oluşun muhteşem bir içki. Alkolsüz tercih edenler için de Horchata de chufas bir tür badem (tigernut =cyperus sculentus lativum), su ve şekerden hazırlanan özellikle yazın çokça tüketilen serinletici süper lezzetli bir içecek, mineral, E ve D vitamini açısından da çok zengin…
Pek tabii ki bir şehri bir yazıya sığdırmak pek zor ama bir esinti verebilmekti amaç…Başka diyarlardan esintilere devam etmek dileğiyle güzel Istanbul’uma en içten selam ve sevgiler...