Gazetemizin 60. yıl kutlamaları kapsamında düzenlediğimiz, “Doğu ve Batı arasında sıkışmış bir kimlik: dünümüz, bugünümüz ve yarınımız” başlığı altında konuşmacılarımızın metinlerini yayınlamayı sürdürüyoruz. Bu haftaki ikinci bölümde Prof. Dr. Elda Abrevaya, Otto Weininger, Hannah
Temel sahne
Her Yahudinin yaşamında, onun kimliğine damgasını vuran, etnik açıdan kim olduğunu teninde yakıcı bir şekilde hissettiren ve hatırlatan temel bir sahne vardır. Bu fikri kendi alanım olan psikanalitik bir kavramdan yararlanarak tanımlamaya çalışacağım. Psikanalize göre, her insanın psikolojik yaşamında veya bilinçdışında temel bir sahne vardır. Bu da çocuğun anne ve babasının cinsel birleşmesini hayal ettiği, fantezisinde yatan bir sahnedir. Bu sahne doğrudan çocuğun bizzat ebeveynleri arasındaki cinsel birleşmeye tanık olmasından kaynaklanabilir veya onun bu konuda elde ettiği bazı ip uçları aracılığıyla hayal edilebilir. Çocuk kendi cinsel gelişimiyle paralel olarak, anne ve babası arasında cinsel bir şeyler olduğunu hisseder, geceleyin yatak odasına çekildiklerinde ne olup bittiğini merak eder. Hele annesi bir bebek beklediğinde, bu bebeğin nereden geldiği onun çözmesi gereken gizemli bir olaydır. Çocuk da bu doğumu kendince açıklamaya çalışır ve bu konuda kendi teorilerini geliştirir. Bu fantezi her şeyden evvel, çocuğun hayata gelişini, bir kadın ve bir erkek olan annesi ve babasının birleşmesinin meyvası olduğunu açıklamaya yarar. Çocuk hayatının başlangıcını, kendi kökenini bu birleşmeyle açıklar. Bu temel sahne onun duygusal ve psikolojik varoluşunda bir dayanak noktasıdır.
Bu anlamda insana Yahudi olduğunu hissettiren temel bir sahneden söz edebiliriz. Freudun babasının örneğinde olduğu gibi, özellikle bir babanın veya kişinin doğrudan aşağılandığı, onurunun kırıldığı, ayaklar altına alındığı bir sahne vardır. Çocuklukta yer alan bu sahne sokakta, yani toplumun içinde kaynaklanır ve Yahudiye çarpar ve onun kimliğini benliğine kazır. Yahudi bir ad ve soyadı taşımak, çoğu kez bu ayırım ve aşağılayıcı tavırlar için yeterli bir neden olmuştur çocukluklarımızda. Yahudi soyadını değiştirerek, kişinin kendi etnik kimliğini üstlenmeye özgü güçlük ve acıların tasarrufunu yaparak, diğer kuşaklardan kendisine aktarılandan kaçarak, kim olduğunu bilebilmesi imkânsızdır. Ad ve soyadı bir insanın varlığının vazgeçilmez bir unsurudur ve kişinin adına olan bağlılığı büyüktür. Bu yüzden de yanlış telaffuz edilmesine veya başkalarının eksik veya yanlış yazmalarına pek tahammülümüz yoktur.
Esther Benbassa ve Jean- Christophe Attiasın derledikleri kitabın yazarlarından biri olan Nicole Lapierre, bu konuda önemli bulduğum bir görüşü ortaya atar. (N. Lapierre, 2000) İnsanın adı ve soyadı, derisi gibidir; onu sarıp sarmalayan bu deri hem koruyucudur, hem bütünleştiricidir ama aynı zamanda en hassas yeridir de. Adı ve soyadına yönelik bir aşağılama, bu anlamda benliğin derisinde, kimlik dokusundaki bir yara gibidir. Ad değiştirmek yalnız Yahudilere özgü bir sorun olarak karşımıza çıkmaz. Örneğin beni hep etkilemiş olan sorunlardan bir tanesi de, Türkiyede belli bir kuşağa ait yabancı ülkelerden gelen kadınların bir Türk erkekle evlendiklerinde kendi adlarını değiştirmek zorunda kalmış olmalarıdır. Yıldız Kenterin İngiliz annesi, Sevgi Soysalın Alman annesi, Bedri Rahmi Eyüpoğlunun ressam olan Rumen karısı (Eren Eyüpoğlu) kendi adlarından vazgeçmek zorunda kalmışlardır. Sevdikleri erkek uğruna kendi kimlikleri açısından temel bir parçalarını kaybetmişlerdir. Adını kaybetmek, kendi kökenlerine ait temel bir şeyi kaybetmektir. Bu anlamda kimlik ancak sahiplenildiği ölçüde oluşur ve süreğen bir çabayı gerektirir. Bir kerede olup biten bir şey değildir. Toplumsal ilişkiler alışverişinde süreğen olarak inşa edilir.
Hannah Arendt de Yahudi kimliğini sahiplenmekle kalmaz, Yahudi olduğu için de şükran duyar. Eichmann Davası üzerine yazdığı kitabın konusu hakkında yazar Gershom Scholemle mektuplaşırlar. Scholem İsrail halkının, Alman asıllı ve radikal görüşleri olan bu Yahudi yazarı kendi içinden biri olarak gördüğünü belirtir. Hannah Arendt de ona şöyle cevap verir: Doğrusu hiçbir zaman olduğumdan farklı biri olmaya çalışmadım, ne de bu konuda bir istek duydum. Bu, adeta benim bir kadın değil de, bir erkek olduğumu söylemek gibi anlamsızdır... Olduğu gibi varolan her şeye, temel bir şükran vardır. Gerçekten Hannah Arendtin bu sözleri nefistir. Yahudiliğinin, dünyaya bir kadın olarak gelmesinde olduğu gibi, başından beri onu belirleyen bir özellik olduğunu söylemekle kalmaz. Aynı zamanda Yahudi kimliğiyle ilgili özellikleri için de şükran duyduğunu sözlerine ekler.
Naziliğe soyunan İsrailli gençlerde kendi kimliklerine yönelik nefretin tersine, Hannah Arendtin de sözlerinde görebildiğimiz gibi, kendisini olduğu gibi kabul edebilmede aşk, şefkat ve şükran duyguları yatar. Kimliğini kabullenme doğal ve kendiliğinden oluşan bir duygu değildir. Kişinin bu konuda tavır alması, bazı şeyleri üstlenebilmesi, bir bedel ödemesi gerekir. Bu, otomatik bir miras alma değildir. Bu miras, her kişi için farklı bir şekilde, anlamlı ve değerli olanlar açısından oluşturulur. Bu anlamda kimlik bir kendini konumlama biçimidir. Örneğin eşcinsel hareketi, bir zamanlar ABDdeki Siyahların hareketi (Black is beautiful), kadın hareketi gibi. Ben eşcinselim, Siyahım, Yahudiyim, Ermeniyim, Rumum, Kürtüm gibi bir sahiplenmedir bu...
Türkiyedeki Yahudilerin geleceği
Adımız ve soyadımız gibi, babalarımızdan bize aktarılan gelenekler kadar, kimliğimizin oluşmasında temel bir unsur olan dilden, Judeo- Espanyolun yerinden de söz etmek istiyorum. Psikanaliz, dilbilimcilerden farklı olarak, dili sadece işlevselliği olan bir araç olarak görmez. Dilin önemi sadece konuşulmasından ibaret değildir. Dil bir dünya görüşüdür, hayat tarzıdır. Bu anlamda kişiyi bir topluluğun tarih ve kültürüne bağlayan dil, varlığının da matriceidir. Judeo- Espanyol, her ne kadar genç kuşaklar tarafından konuşulmasa da, Türkiyeli Yahudilerin kültürünü oluşturmaya devam etmektedir. Hanumika, paşayiko gibi, kendi varlığımızın sözlüğünde çok değerli sözcükleri genç kuşaklar, anne ve babalarından duymayabilirler çünkü onlar artık Judeo- Espanyolu konuşmamaktadırlar. Bu şefkat dili, kuşaktan kuşağa aktarılarak bizim anadilimizi oluşturmaya devam etmektedir. Bu anlamda anadille birinci dil arasında bir farklılık saptayabiliriz. Anadilimiz Judeo- Espanyol, birinci konuşma dilimiz başka bir dil, örneğin Türkçe olabilir. Bizi büyüten, bize bakım veren annelerimizin dili; buradaki Sefarad topluluğunun dili, kültürü olarak devam etmektedir. Julia Kristeva haklı olarak bir yazısında, Judeo- Espanyolun ailenin ev ortamındaki mutluluğunun, onun yarattığı güvenlik duygusunun dili olduğuna işaret eder. Ladino bir sözel dil olarak, özellikle duyguların, tatların, özlemin dilidir.
Zaman zaman üzücü, hatta tehdit edici olabilecek bir dış dünyaya karşın, bu dil ve kültürün yarattığı aile ve dostluk bağları, kişinin kendini güvende hissedebileceği sıcaklığı, aşinalığı bulduğu yer, hatta memleketidir. Judeo- Espanyol bir dil ve kültür olarak, gelecek kuşaklar için de bir anadil oluşturmaya devam edecektir. Bu anlamda Yahudi geleneklerini bize esneklikle iletebilmiş olan babalarımıza, Sefarad kültürünün sıcaklığı ve samimiyetini aktaran annelerimize ve çocukluğumuzda bize annelerimiz kadar yakın olan, bu cemaatin tüm kadınlarına teşekkür etmek istiyorum.
Kaynakça:
1. Esther Benbassa, Jean- Christophe Attias, La haine de soi. Difficile identitiés, Paris: Editions Complexe, 2000.
2. Hélène Cixous, Portrait de Jacques Derrida en jeune Saint Juif, Paris: Galilée, 2001.
3. Jacques Derrida, Elisabeth Roudinesco, De quoi demain, Paris: Galilée, 2001, s. 183- 184.
4. Sigmund Freud, Alocucion ante los miembros de la Sociedad Bnai Brith, Obras completas, cilt 20, Buenos Aires: Amorrortu, 1993, s. 263- 264.
5. Nicole Lapierre, in La haine de soi. Difficiles identités, s. 277- 278.
6. Jacques le Rider, in La haine de soi. Difficiles identités.