Aciyla coşku arasinda: Yahudi Olmak - 2

Gazetemizin 60. yıl kutlamaları kapsamında düzenlediğimiz, “Doğu ve Batı arasında sıkışmış bir kimlik: dünümüz, bugünümüz ve yarınımız” başlığı altında konuşmacılarımızın metinlerini yayınlamayı sürdürüyoruz. Bu haftaki ikinci bölümde Prof. Dr. Elda Abrevaya, Otto Weininger, Hannah

Perspektif
9 Ocak 2008 Çarşamba
Antisemitizm ve kadın düşmanlığı
Yahudi olmakla, insanlık tarihinde her zaman ezilen durumunda kalmış olan kadın kimliği arasında bir parallellik kurabiliriz. Kadınlar da politik, kültür, sanat ve bilim alanında söz sahibi olduklarında, erkeklere göre birçok konuda daha radikal ve özgür düşünebilmekte, yeni görüşlere açık olabilmektedirler. Kadınlıklarına anneliklerini ve dolayısıyla bir evi çekip çevirmenin onlara kattığı tarihsel deneyim ve sorumluluk duygusunu da eklersek, onların erkeklerden farklı bir akıl ve duyarlılıkla düşüncelerini sahiplenebildiklerini görürüz. Freud da bu konuya farklı bir görüş açısından yaklaşır. Bir insanda antisemitizmle, kadınlara olan düşmanlığın kökeninin aynı yerden kaynaklandığını düşünür. Freud’un bu görüşü ortaya atmasına neden olan ise: “bir Yahudi olarak kendinden nefret etme” (haine de soi juive) teriminin doğmasına yol açan felsefeci Otto Weininger’in kitabıdır. (J. Le Rider, 2000) Bu terimin asıl ise mimarı Theodor Lessing ve onun 1930’larda yazdığı kitaptır. Otto Weininger de Freud gibi Viyanalı’dır. Neredeyse delikanlılık yaşında yazdığı kitabında Freud’un ilgisini çeken, kadınlara olan nefretinin, Yahudilere olan nefretiyle birlikte gitmesiydi. Kendisinden nefreti en uç noktasına götürerek intihar etmişti. Freud bu çifte nefretin nedenini, Weininger’in cinsel çatışmalarına bağlar.
Esther Benbassa ve Jean- Christophe Attias da, 2000 yılında “La haine de soi. Difficiles identités” adlı kitabı yayımlamışlar ve bu konuda birçok Fransız araştırmacının yazılarını bir araya getirmişlerdir. Weininger’in görüşleri, o dönemde ve daha sonraki yıllarda ilgi çekmiş, araştırılmıştı. En önemlisi antisemit ve ırkçı yorumlara yol açmasıydı. Nitekim Hitler 1941 yılında Weininger’i başkalarından duymuş ve bu konuda şöyle bir açıklama yapmıştı: “Weininger yaşamaya değer tek Yahudiydi çünkü kendini öldürerek Yahudi olmanın ne anlama geldiğini göstermişti. Weininger’in görüşleri, tam da Hitler’in veya Nazizmin Yahudilere yönelik ırkçı yaklaşım ve uygulamalarına bire bir denk düşmekteydi.”
Weininger’in kendisinden bu denli nefret etmesini elbette ki onun psikolojik problemleriyle açıklayabiliriz ama bu yeterli değildir. Unutulmaması gereken bu konunun toplumsal boyutu ve Weininger’in yaşadığı sosyal ve tarihsel koşullardır. 20. yüzyıl başlarında Hıristiyan Avrupa uygarlığıyla, Avrupalı Yahudi kültürü arasında büyük bir çatışma yer almaktaydı. Nitekim gerek Avusturya, gerek Almanya’da antisemitizme maruz kalan Yahudi aydınlar ve ekonomik açıdan güçlü iş adamları, bu çatışmayı kendi Yahudi kimliklerinden vazgeçerek, yani asimilasyonla çözmeye çalışmışlardı. Hıristiyan uygarlığı onları reddettikçe, onların da kendi kimliklerine yönelik bir olumsuzluk hissetmemeleri, bunu içselleştirmemeleri mümkün değildi.
Weininger olgusu, her ne kadar aşırı olsa da, bizi kimlikler konusunda düşünceye sevk eden bir olgudur. Bu anlamda Yahudi olmak veya başka etnik bir azınlığa mensup olmanın ötesinde; kadın olmak, eşcinsel olmak, zenci olmak gibi kimlikler, krizleri, acıları beraberinde getirir. Sonuçta her türlü kimlik sancılıdır. Diaspora’da yaşayan ve bu anlamda bir azınlık olan Yahudinin, toplumdan kaynaklanan ve kendi kimliğine yönelik aşağılayıcı tutum ve sözlerinden etkilenmemesi olanaksızdır. Hatta her insan için geçerli olan bir psikolojik mekanizmaya göre, kişi kendisine yöneltilen bu aşağılanmadan acı çekmekle kalmaz, aynı zamanda farkına varmadan bu olumsuz özellikleri içine alır ve bir yanıyla onları kendi kişiliğinin bir parçası haline getirir. Bir yanıyla kendisini başkalarının onu gördüğü olumsuz özelliklerle algılar. Kendisine ait içselleştirdiği bu olumsuz duyguları taşırken, bunları başka azınlıklara veya kendisinden aşağıda gördüğü Yahudilere yansıtır. Bu konuda kendi çocukluk ve gençlik yıllarıma ait örnekler verebilirim. Yahudilerin kendi aralarında yaptıkları ayırımlardan söz edeceğim. Benim zamanımda Galata’da oturan yoksul ve eğitimsiz olarak görülen Yahudilerle, Şişli veya Nişantaşı’nda oturanlar, Yahudi okuluna gidenlerle özel Amerikan, Fransız, İngiliz, İtalyan okullarına gidenler arasında; Türkçeyi Yahudi aksanıyla konuşanlarla bu dili bir Türk gibi konuşanlar arasında yaptığımız ayırımları hatırlamak gerekir.
Kimlik sorununu biraz daha çetrefil hale getirelim. 10 Eylül tarihli Radikal gazetesinde bir haberden, İsrail’de yerel bir neo- nazi hücresine ait sekiz İsrailli gencin tutuklandığını öğrendik. 16- 21 yaşlarından oluşan bu gençler Tel- Aviv’deki yabancı işçilere, aşırı dinci Yahudilere, eşcinsellere ve evsizlere saldırmışlar, yüzlerce kediyi öldürmüşlerdir. Bu gençlerin bilgisayarlarında acımasızca dövdükleri insanların görüntüleri yer almaktadır. Sadece sadistik eylemleriyle yetinmeyerek, onları tekrar tekrar seyretme ve ötekilere gösterme ihtiyacını hissetmişlerdir. Bu gençler özellikle Sovyetler Birliği’nden göçen Yahudilerden oluşmaktadır ve büyük olasılıkla kendilerini İsrail toplumunda dışlanmış hissetmişlerdir. Şaşırtıcı olan II. Dünya Savaşı’nda kendi ailelerinin de kurbanı olduklarıN şiddet diliyle özdeşleşmeleridir. Bununla da yetinmeyerek, evlerinde Nazi üniformaları, Hitler’in portrelerini, bıçak, silah ve patlayıcı madde bulundurmuşlardır.
Psikolojide bu mekanizmayı “saldırganla özdeşleşme” olarak nitelendirebiliriz. Bu gençlerin anne, babaları ve önceki kuşakları imha eden naziler o kuşakların saldırganıyken, şimdi bu gençler için saldırgan yaşadıkları toplumda onları kabul etmeyenlerdir ve onlara karşı mücadeleyi de, İsrail toplumu gibi bir ülkede en tahammül edilemez bir saldırganlık biçimiyle, Nazizimin işaretleri ve silahlarıyla ortaya dökmüşlerdir. Burada bıçak, silah ve patlayıcı madde kadar etkili psikolojik bir silah da Nazi üniformasıdır.   

“Temel sahne”
Her Yahudinin yaşamında, onun kimliğine damgasını vuran, etnik açıdan kim olduğunu teninde yakıcı bir şekilde hissettiren ve hatırlatan temel bir sahne vardır. Bu fikri kendi alanım olan psikanalitik bir kavramdan yararlanarak tanımlamaya çalışacağım. Psikanalize göre, her insanın psikolojik yaşamında veya bilinçdışında temel bir sahne vardır. Bu da çocuğun anne ve babasının cinsel birleşmesini hayal ettiği, fantezisinde yatan bir sahnedir. Bu sahne doğrudan çocuğun bizzat ebeveynleri arasındaki cinsel birleşmeye tanık olmasından kaynaklanabilir veya onun bu konuda elde ettiği bazı ip uçları aracılığıyla hayal edilebilir. Çocuk kendi cinsel gelişimiyle paralel olarak, anne ve babası arasında cinsel bir şeyler olduğunu hisseder, geceleyin yatak odasına çekildiklerinde ne olup bittiğini merak eder. Hele annesi bir bebek beklediğinde, bu bebeğin nereden geldiği onun çözmesi gereken gizemli bir olaydır. Çocuk da bu doğumu kendince açıklamaya çalışır ve bu konuda kendi teorilerini geliştirir. Bu fantezi her şeyden evvel, çocuğun hayata gelişini, bir kadın ve bir erkek olan annesi ve babasının birleşmesinin meyvası olduğunu açıklamaya yarar. Çocuk hayatının başlangıcını, kendi kökenini bu birleşmeyle açıklar. Bu temel sahne onun duygusal ve psikolojik varoluşunda bir dayanak noktasıdır.
Bu anlamda insana Yahudi olduğunu hissettiren “temel” bir sahneden söz edebiliriz. Freud’un babasının örneğinde olduğu gibi, özellikle bir babanın veya kişinin doğrudan aşağılandığı, onurunun kırıldığı, ayaklar altına alındığı bir sahne vardır. Çocuklukta yer alan bu sahne sokakta, yani toplumun içinde kaynaklanır ve Yahudiye çarpar ve onun kimliğini benliğine kazır. Yahudi bir ad ve soyadı taşımak, çoğu kez bu ayırım ve aşağılayıcı tavırlar için yeterli bir neden olmuştur çocukluklarımızda. Yahudi soyadını değiştirerek, kişinin kendi etnik kimliğini üstlenmeye özgü güçlük ve acıların tasarrufunu yaparak, diğer kuşaklardan kendisine aktarılandan kaçarak, kim olduğunu bilebilmesi imkânsızdır. Ad ve soyadı bir insanın varlığının vazgeçilmez bir unsurudur ve kişinin adına olan bağlılığı büyüktür. Bu yüzden de yanlış telaffuz edilmesine veya başkalarının eksik veya yanlış yazmalarına pek tahammülümüz yoktur.
Esther Benbassa ve Jean- Christophe Attias’ın derledikleri kitabın yazarlarından biri olan Nicole Lapierre, bu konuda önemli bulduğum bir görüşü ortaya atar. (N. Lapierre, 2000) İnsanın adı ve soyadı, derisi gibidir; onu sarıp sarmalayan bu deri hem koruyucudur, hem bütünleştiricidir ama aynı zamanda en hassas yeridir de. Adı ve soyadına yönelik bir aşağılama, bu anlamda benliğin derisinde, kimlik dokusundaki bir yara gibidir. Ad değiştirmek yalnız Yahudilere özgü bir sorun olarak karşımıza çıkmaz.  Örneğin beni hep etkilemiş olan sorunlardan bir tanesi de, Türkiye’de belli bir kuşağa ait yabancı ülkelerden gelen kadınların bir Türk erkekle evlendiklerinde kendi adlarını değiştirmek zorunda kalmış olmalarıdır. Yıldız Kenter’in İngiliz annesi, Sevgi Soysal’ın Alman annesi, Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun ressam olan Rumen karısı (Eren Eyüpoğlu) kendi adlarından vazgeçmek zorunda kalmışlardır. Sevdikleri erkek uğruna kendi kimlikleri açısından temel bir parçalarını kaybetmişlerdir. Adını kaybetmek, kendi kökenlerine ait temel bir şeyi kaybetmektir. Bu anlamda kimlik ancak sahiplenildiği ölçüde oluşur ve süreğen bir çabayı gerektirir. Bir kerede olup biten bir şey değildir. Toplumsal ilişkiler alışverişinde süreğen olarak inşa edilir. 
Hannah Arendt de Yahudi kimliğini sahiplenmekle kalmaz, Yahudi olduğu için de şükran duyar. Eichmann Davası üzerine yazdığı kitabın konusu hakkında yazar Gershom Scholem’le mektuplaşırlar. Scholem İsrail halkının, Alman asıllı ve radikal görüşleri olan bu Yahudi yazarı kendi içinden biri olarak gördüğünü belirtir. Hannah Arendt de ona şöyle cevap verir: “Doğrusu hiçbir zaman olduğumdan farklı biri olmaya çalışmadım, ne de bu konuda bir istek duydum. Bu, adeta benim bir kadın değil de, bir erkek olduğumu söylemek gibi anlamsızdır... Olduğu gibi varolan her şeye, temel bir şükran vardır”. Gerçekten Hannah Arendt’in bu sözleri nefistir. Yahudiliğinin, dünyaya bir kadın olarak gelmesinde olduğu gibi, başından beri onu belirleyen bir özellik olduğunu söylemekle kalmaz. Aynı zamanda Yahudi kimliğiyle ilgili özellikleri için de şükran duyduğunu sözlerine ekler. 
Naziliğe soyunan İsrailli gençlerde kendi kimliklerine yönelik nefretin tersine, Hannah Arendt’in de sözlerinde görebildiğimiz gibi, kendisini olduğu gibi kabul edebilmede aşk, şefkat ve şükran duyguları yatar. Kimliğini kabullenme doğal ve kendiliğinden oluşan bir duygu değildir. Kişinin bu konuda tavır alması, bazı şeyleri üstlenebilmesi, bir bedel ödemesi gerekir. Bu, otomatik bir miras alma değildir. Bu miras, her kişi için farklı bir şekilde, anlamlı ve değerli olanlar açısından oluşturulur. Bu anlamda kimlik bir kendini konumlama biçimidir. Örneğin eşcinsel hareketi, bir zamanlar ABD’deki Siyahların hareketi (Black is beautiful), kadın hareketi gibi. Ben eşcinselim, Siyahım, Yahudiyim, Ermeniyim, Rumum, Kürtüm gibi bir sahiplenmedir bu...

Türkiyedeki Yahudilerin geleceği
Adımız ve soyadımız gibi, babalarımızdan bize aktarılan gelenekler kadar, kimliğimizin oluşmasında temel bir unsur olan dilden, Judeo- Espanyol’un yerinden de söz etmek istiyorum. Psikanaliz, dilbilimcilerden farklı olarak, dili sadece işlevselliği olan bir araç olarak görmez. Dilin önemi sadece konuşulmasından ibaret değildir. Dil bir dünya görüşüdür, hayat tarzıdır. Bu anlamda kişiyi bir topluluğun tarih ve kültürüne bağlayan dil, varlığının da matrice’idir. Judeo- Espanyol, her ne kadar genç kuşaklar tarafından konuşulmasa da, Türkiyeli Yahudilerin kültürünü oluşturmaya devam etmektedir. “Hanumika”, “paşayiko” gibi, kendi varlığımızın sözlüğünde çok değerli sözcükleri genç kuşaklar, anne ve babalarından duymayabilirler çünkü onlar artık Judeo- Espanyol’u konuşmamaktadırlar. Bu şefkat dili, kuşaktan kuşağa aktarılarak bizim anadilimizi oluşturmaya devam etmektedir. Bu anlamda anadille birinci dil arasında bir farklılık saptayabiliriz. Anadilimiz Judeo- Espanyol, birinci konuşma dilimiz başka bir dil, örneğin Türkçe olabilir. Bizi büyüten, bize bakım veren annelerimizin dili; buradaki Sefarad topluluğunun dili, kültürü olarak devam etmektedir. Julia Kristeva haklı olarak bir yazısında, Judeo- Espanyol’un ailenin ev ortamındaki mutluluğunun, onun yarattığı güvenlik duygusunun dili olduğuna işaret eder. Ladino bir sözel dil olarak, özellikle duyguların, tatların, özlemin dilidir.
Zaman zaman üzücü, hatta tehdit edici olabilecek bir dış dünyaya karşın, bu dil ve kültürün yarattığı aile ve dostluk bağları, kişinin kendini güvende hissedebileceği sıcaklığı, aşinalığı bulduğu yer, hatta “memleketidir”. Judeo- Espanyol bir dil ve kültür olarak, gelecek kuşaklar için de bir anadil oluşturmaya devam edecektir. Bu anlamda Yahudi geleneklerini bize esneklikle iletebilmiş olan babalarımıza, Sefarad kültürünün sıcaklığı ve samimiyetini aktaran annelerimize ve çocukluğumuzda bize annelerimiz kadar yakın olan, bu cemaatin tüm kadınlarına teşekkür etmek istiyorum.

Kaynakça:
1.  Esther Benbassa, Jean- Christophe Attias, La haine de soi. Difficile identitiés, Paris: Editions Complexe, 2000.
2. Hélène Cixous, Portrait de Jacques Derrida en jeune Saint Juif, Paris: Galilée, 2001.
3. Jacques Derrida, Elisabeth Roudinesco, De quoi demain, Paris: Galilée, 2001, s. 183- 184.
4. Sigmund Freud, “Alocucion ante los miembros de la Sociedad B’nai B’rith”, Obras completas, cilt 20, Buenos Aires: Amorrortu, 1993, s. 263- 264.
5. Nicole Lapierre, in La haine de soi. Difficiles identités, s. 277- 278.
6. Jacques le Rider, in La haine de soi. Difficiles identités.