24- 25 Ekim tarihlerinde Bodrum`da “1522- 2007 Osmanlılar`dan günümüze her yönüyle Bodrum” sempozyumu gerçekleşti. Sempozyumda tarihçi Avram Galante`nin hayatı ve çalışmaları üzerine bildiriler sunuldu ve Galante`nin Bodrum`daki mezarının, koruma altına alınması için çağrıda bulunulduÖnder Kaya(*)
Yıldırım Türker, Radikal, 4 Kasım 2007
Birkaç gün kaldı, Kristal Gece'nin yıldönümüne. Cam kırıklarının gecesi. 1938 yılının 9 Kasım günü, Almanya ve Avusturya'da Yahudilere yönelik kıyımın başlatıldığı uğursuz milat. Soğukkanlı bir katil olan resmi tarihin, Paris Büyükelçiliği üçüncü sekreteri Ernst vom Rath'ın 17 yaşındaki Polonya Yahudisi Herschel Grynszpan tarafından vuruluşu üstüne kendiliğinden gelişen bir toplumsal patlama olarak kayda düştüğü bu gecenin arka planını biliyoruz elbet. Goering, Yahudilere ait mülkün arileştirilmesi konusunda çeşitli uygulamalar başlatmıştı. Himmler ve Heydrich'in Gestapo ve SS'i komünistlerin yanı sıra Yahudileri de toplayıp Dachau, Buchenwald ve Sachenhausen toplama kamplarına kapatıyordu. 1938 yılının Temmuz ayında kamplar çok daha fazla konuk ağırlayabilecek kapasiteye getirilmişti. SA'lar ve Nasyonal Sosyalist Parti, sinagoglara ve Yahudilerin işyerlerine saldırılar düzenliyordu. Bu arada göç koşulları neredeyse imkansız olmasına karşın Yahudiler Almanya'yı terk etmeye zorlanıyor, özellikle Avusturya ve Çekoslavakya'dan zorla sınır dışına sürülen Yahudiler, gidecek yer bulamadan yollarda kırılıyordu. 17 bin Polonya Yahudi'sinin de 28 Ekim'de sürülüp iki sınır arasında çaresiz bırakılmasının hikâyesi, fitilin ateşlenmesiyle bağlantılı. Herschel Grynzspan'ın ana babası da o grubun içindeydi. Çaresizlikten deliye dönmüş delikanlının intikamı, cam kırıkları gecesine gerekçe kılındı.
Vom Rath'ın 7 Kasım'da vuruluşu üstüne Voelkischer Beobachter adlı resmi Nazi gazetesinde kışkırtıcı bir yazı çıktı. 8 Kasım'da Yahudilere yönelik saldırılar başlamıştı. Vom Rath'ın 9 Kasım'da ölümünün akşamı Goebbels, Münih'te partinin eski savaşçılarına yaptığı ateşli konuşmada artık Yahudileri yok etme vaktinin geldiğini ilan ediyordu. Bir gün evvel başlamış olan saldırılar SA desteğiyle kitlesel bir çıldırıya dönüştü. O gece ve ertesi gün, yüzlerce sinagog ateşe verildi. Binlerce dükkan ve yerleşim yakılıp yıkıldı. 91 Yahudi öldürüldü. 30 bini tutuklanarak malum üç kampa gönderildi. Pogrom, ateşlerle ve vitrinleri indirilip yağmalanan Yahudi dükkanlarının cam kırıklarıyla resmi olarak başlatılmış oldu. Kristal Gece'nin çiğ ışığı insanlığın üstüne düşmüştü bir kere.
***
İnsanlık, tarihin karşısında kimileyin boynu bükük bir şakacılıkla onurunu geri ister. Tam 51 yıl sonra, 9 Kasım 1989'da Berlin duvarına vurulan ilk darbe böylesine bir sözdü elbet.
***
Theodor W. Adorno, Yahudi soykırımının gelişini adım adım izlemişti. "İnsan Auschwitz'den sonra yaşayabilir mi?", dünyayı açıklama yolunda en önemsediği soru olarak kaldı. Toplama kamplarında yaşananlardan sonra hayatın 'normal'e dönüşü, kültürün yeniden inşası ona inanılmaz geliyordu. Tiedemann, Adorno'nun olağanüstü yazarlık yeteneğinin, o dönemi anlatmaya gelince bir işe yaramadığını, Adorno'nun utancının, Auschwitz konusunda şık metinler yazmaya engel olduğunu söylüyor. Bu konuda tekrarlarla üreyen sarsak bir retoriğin tuzağına düştüğünü işaret ediyor. 1950'lerde Adorno, Almanya'da insanlara toplama kamplarında olan biteni hatırlatmanın, geçmişin üstüne bir sünger çekilmesini engelleyici, bezdirici bir kin kışkırtıcılığı olarak görülmesini eleştiriyor. 'Boş ve soğuk unutuş'tan dem vurarak geçmişin inkârının, kurbanların hatırlanma haklarını da gasp etmek anlamına geldiğini vurguluyor.
Daha sonra Alman ve bütün Batı kültürünün önde gelen 'leitmotif'lerinden birine dönüşüp budalaca içi boşaltılarak hazır drama kalıbına dönüştürülen soykırım hikâyelerinin bezdirdiği insanlar olarak Adorno'nun o dönem seslendirmiş olduğu itirazı anlamamız belki çok zor olacak.
Auschwitz'in müthiş getirisiyle parlak bir pazara dönüşmüş olması, insanlığın tekamül etmişliğini, böylesine bir vahşetin bir daha asla yaşanmayacağı güvencesinin insanlık vicdanında mühürlü bir gerçekliğe dönüşmüşlüğünü kanıtlamıyor elbette. Görüyoruz.
Toptan gösteriye dönüşen hatırlama alıştırmaları, Adorno'nun sıcağı sıcağına sormuş olduğu o yakıcı soruyu hissetmeye, o soru üstüne, kurulabilecekse bir hayat kurma yolunda düşünmeye izin vermiyor. Faşizm de fi tarihinde parlak bir delinin kışkırttığı insanların geçici çıldırısına ad oluyor. Oysa Adorno, "Auschwitz'den sonra yaşanır mı?" sorusunu, kendini tüketmeyi göze alarak sormuştu. "Pekâlâ öldürülebilecekken kaza eseri de olsa kurtulan herhangi bir insan"ın nasıl hayatta kalabileceğini sorguluyordu. "Böylesi birinin varoluşunu sürdürmesi de, burjuva öznelliğinin asal ilkesi olan ve onsuz Auschwitzlerin mümkün olamayacağı soğukluğu şart koşar." Ona kalırsa bu soğukluk, "hayatı bağışlanmışların şiddetli suçluluğu"ydu.
Pekiyi ya hiç tehlikeye bulaşmamış olanlar? Adı, polis tarafından arananlar listesine bile düşmemiş olanlar nasıl başa çıkacaklar suçluluk duygularıyla? Adorno'ya kalırsa bu soruya inandırıcı bir cevap vermenin imkansızlığı, Auschwitz'dan sonra felsefe yapmanın imkansızlığı anlamına geliyordu. Ama o, felsefeden hiç kopmadı.
Daha sonra sürgünde dostu Horkheimer'le birlikte Aydınlanmanın Diyalektiği'ni yazarken de aynı sorunun karasularında yüzüyorlardı. İnsanlık, gerçekten insani bir düzleme ulaşacağına neden durmadan barbarlığa kayıyor? Marx'ın, uygarlık gerisingeri barbarlığa dönebilir kaygısı hakkında söyledikleri de acımasızdı; "Marx'ı dürten korkunun miadı dolmuştur. Gerileme çoktan yaşanmıştır. Auschwitz ve Hiroşima'yı yaşadıktan sonra gelecekte hâlâ böyle bir felaket beklemek, işlerin her zaman daha da kötüye gideceği yollu acıklı teselliye sarılmak olur."
***
Kristal Gece'yi nasıl anmalı? Kanımca herkes, her toplum, kendi kristal gecesini, şu anda yaşıyor olmanın ne anlamlar yüklendiğini tartmak zorunda. Birbirimizin yüzüne bakabiliyorsak, hangi koşulların, hangi yalanların, hangi dürtülerin çizdiği bir resimde soluk alıyoruz? Bunca yaşanandan sonra; güç peşinde hayatı tarif eden insanların; onlara kanan, onları yücelten, onlara tahammül eden, onları görmezden gelen insanların omuzlarına tırmanıp onca vahşileşebilmelerinden sonra hâlâ nasıl yaşayabiliyoruz? Sağ kaldık. Tecavüzlere, işkencelere, binbir alçakça saldırıya maruz kaldık. Nasıl yaşayabiliyoruz? Korkularımızdan kaç ölüm çıkar? Sağ kaldık. Adımız hiçbir kara listeye girmedi. Hayat yanımızdan kibarca geçip gidiyor. OHAL'de olanları da BUHAL'de olanları da bilmiyoruz. Suçluluğumuzdan buz gibi bir geceye hazırlık çıkabilir. Ya da insan kalmanın yollarını arayabiliriz. Neler pahasına hayatta kaldığımızı unutmadan.