20. yüzyilin başinda İstanbul Yahudi Cemaati- 1

Prof. Edhem Eldem`in gazetemizin 60. yıl kutlamaları çerçevesinde düzenlenen panelde yaptığı “19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında İstanbul`un Yahudi Cemaati” konulu konuşmasını aktarıyoruz

Perspektif
9 Ocak 2008 Çarşamba
Belki fark etmişinizdir Türkçem bir garip. Türkçemin garip oluşu Türkiye’de problem yaratabiliyor veya en azından bazı sorular uyandırabiliyor. Özellikle, örneğin bir taksiye bindiğim zaman ve bir şey söylediğim zaman “Nerelisiniz?” diye bir soru ile karşılaşabiliyorum…  “İstanbulluyum” dediğimde bu yetmiyor… “a. Ermeni, b. Yahudi, c. Rum musunuz?” diye üstelemelerle karşılaşabiliyorum. Şöyle bir tepki de alabiliyorum: “Türkçeniz ne kadar güzel!”  Onu geçiyorum… Yani bir şekilde buralı olabileceğimi kabul ettirdikten sonra ve bu a, b, c şıklarından hiçbiri olmadığıma taksi şoförünü ikna ettirdikten sonra, şöyle bir tepki geliyor: “Çok özür dilerim!…”
Bu söz çok rahatsız edici... Bunun arkasında tipik bir antisemitizm yatıyor demeyeceğim. Bunu bu kadar ileri götürmeyeceğim. Ben eğer “Evet Ermeni’yim veya Yahudi’yim” desem, son derece medeni bir şekilde, kültürüme bir sempati ve saygı alacağımı biliyorum. Burada o anlamda bir ırkçılık bulmak mümkün değil; ancak bu yaklaşımın altında başka bir şey var. Yani, bu a, b, c şıklarına uymayanlara, yani Müslüman Türk bir kişiye böyle bir kimlik yakıştırılmasının hakarete yakın olduğu var sayılıyor bu durumda… Dolayısı ile tam bir ırkçılık değil, tam bir dışlayıcılık değil; ancak bazı sınırların var olduğu, bazı kimliklerin daha temiz olduğu gibi bir fikrin yaygın olduğunu gösteriyor. Bu aslında çok ciddi bir problem çünkü devamının bir ırkçılığa dönüşmesi mümkün. Eninde sonunda bir temel oluşturuyor. Türkiye’de bilirsiniz, “David Kohen isimli Yahudi kökenli vatandaşımız” derler de kimse “İsmail Öztürk isimli Türk kökenli vatandaşımızdan” bahsetmez. İngilizcede ve bilgisayar lisanında “by default” denen bir terim vardır. İçinde yaşadığımız toplumun kimliği buna göre, “by default Türk ve Müslüman” kimliktir. Bunun dışındakiler, kabul edilmesi ve bir tür şirinlik ile karşılanması gereken kimlikler gibi algılanıyor.
Şimdi, tarihe girmeden önce biraz daha bugüne bakmak gerekiyor. Türkiye’de mozaik, çok kültürlülük gibi kavramlardan sıkça söz edilir. Bunun hemen arkasından da tolerans – hoşgörü gelir. Aslında, “olmaması gereken bir şeyi eh göz yumuyorum da, çok fazla gürültü çıkartmadığı için, tahammül sınırları içerisinde kaldığı için onu kabul ediyorum” gibi bir yaklaşım vardır bu hoşgörü kelimesinin altında…
Türkiye aslında bu son 20 yıl içinde çok yol aldı. Bu mozaiği, çok kültürlülüğü kabul etmek, benimsemek, özümsemek yolunda çok ciddi adımlar attığını da gerçekten  teslim etmek gerek. Yine de, bu noktaya gelirken hâlâ hoşgörü gibi negatif anlam yüklü bir kelimenin kullanılıyor olması tehlikeli. Dolayısı ile Türkiye’nin demokratik kültüründe bu aşamada eksiklik var. Bu yalnız etnik köken anlamında bir eksiklik değil... Gençler için de, eşcinseller için de, kadınlar için de hoşgörüden söz ediliyor ve sanki iyi bir şeymiş gibi lisanımızda yer ediyor. Bu çok kaygan bir zemin ve bununla mücadele edilmesi gerekiyor. Tabi bu mücadeleyi en iyi yapacak olan çoğunluktur… Erkeklerdir, heteroseksüellerdir ve Müslüman Türklerdir.
Bir de işin öbür tarafı var. Ekalliyet dediğimiz şey aslında çok yeni bir kavram. Azınlık, çok göreceli bir kavram ve hukuki manada kullanıldığında son derece yeni. Türkiye’de Lozan’la oluşmuş. Dolayısı ile 19. yüzyılda azınlıktan söz etmek mümkün değil. Azınlık kimliğinin oluşmasında tek bir ön şart vardır, o da ulus- devlettir. Ulus- devlet öyle bir yaratıktır ki belli bir homojenite üzerine kurulmuştur ve bunu Türkler yaratmamışlardır. Türkler en son veya orta yolda bu ulus- devleti keşfetmişlerdir. Azınlık konusu 19 yüzyılın bir icadı ve büyük ölçüde Fransız Devrimi’nin bir mirası olarak çıkmıştır. Farklı olan, farklı olduğu için potansiyel olarak tehlikeli olmasa bile rahatsız edici olabilecek olan ve korunuyorken dahi kontrol altına alınması gereken bir topluluk olarak görülüyor azınlıklar…  Bu kavram aynı zamanda bir güç ilişkisine de işaret ediyor: Çoğunluğun azınlığa hükmetmesi… Yani ulus- devlet ile azınlığın bir zımni ilişkisi ortaya çıkıyor burada… Azınlık korunması gereken bir emanettir, yani çoğunluğa zimmet edilmiştir. Bu durum da sosyal açıdan kendisine ikincil bir statü verir.
İşin bir de öbür tarafı var. Azınlığın da kendine göre yaratabildiği, son günlerdeki moda deyişi ile bir “mahalle baskısı” var. Özellikle yalnız Türkiye’de değil, hemen her yerde…  Ahlaki değerler kümesi içinde azınlıklara karşı duyulan bir suçluluk duygusundan dolayı biraz pozitif ayırımcılık gibi bir yaklaşım da var… Onlara özellikle iyi davranmak, onlara olumlu davranmak, onları müzelik bir obje gibi görmek ve koruma altına almak gereği gibi bir durum var. Bu da çok doğru değil… Şimdi bunu açalım : Mesela Yahudi cemaati içinde bu neslin Ladino konuşmuyor olması bana çok üzücü geliyor.  Sizi siz yapan Ladino’yu konuşmamanız, o şirinliğinizi, 15 yüzyıla dayanan o güzelliği kaybetmeniz çok acı. Siz sanki Ladino’yu  folklorik bir metaya çevirmek istiyorsunuz. Burada Ladino’nun korunması gerektiğini ben de savunabilirim; ama bu dışarıdan geldiği zaman çok değişik bir hal alıyor. Sanki Etnografya Müzesi’nin bir parçası gibi duruyor.
Bir ötesi,  azınlık olmak zordur; ama çoğunluk olmak da kolay değildir…  “Politically correct” bir çoğunluk olduğunuzda kabul edemeyeceğiniz bazı şeyleri azınlıklara gayet doğal bir hak olarak görebiliyorsunuz. Din bunun en belirgin örneği. Batıda, seküler toplumlarda bunu görmek mümkün. Türkiye’de Kemalist kesimde, aydın ve entelektüel demek de istemiyorum; ama işte o kesimde, dine karşı aşırı bir reaksiyon var. Azınlıklar söz konusu olduğunda, din yine müzelik bir kıymet gibi algılanıyor ve korunması gereken bir değer olarak görülüyor. Neticede entegrizme varabilecek bazı eksenler, eşyanın tabiatına uygunmuş gibi bir tür oryantalizm uygulayarak, bu durumu kabul etme noktasına geliyorlar. Bunun çok somut örneklerini yaşamak mümkün. Beraber çalıştığım bir Yunanlı arkadaşın oğlunun vaftiz törenine bütün meslektaşlarım koşa koşa gittiler. Onların arasında erkek çocukları olanlar vardı muhakkak; ancak onlar çocuklarına benzer sünnet törenleri yapmadılar, yapmış olsalardı dahi kimse bu davetlere gitmezdi. Bundan eminim.  Buradaki fark nedir? Vaftiz şirin, çünkü azınlığa ait ve tehlikesiz bir dinin gereği bu. Benim kızım mesela hiçbir sünnete gitmedi ama bir sürü Bar- Mitzva’ya ya da Bat- Mitzva’ya gitti.  Çoğunluk ile azınlık arasında bir taraftan tahakküm bir taraftan da iyimserlik üzerine kurulu, aslında büyük ölçüde patolojik olan bu ilişki bir dizi tehlikeye meydan verebiliyor.
19 yüzyılda Yahudi cemaati – azınlık demiyorum – üzerine konuşmak bana metod açısından zor geliyor. Herhangi bir Osmanlı tarihçisi bir kaynak üzerinde çalışma yaptığında ilk aklına gelen tasnif şekli önce cinsiyete bakmak, sonra dine bakmak. Müslüman, Yahudi, Hıristiyan ve mümkünse Rum, Ermeni gibi hazır bir matris şekline getirmek mümkün verileri…  Öte yandan bunu kullanmak demek, aslında bu cemaatleri kendi içlerine kapatmak ve çoğunluğun bu cemaatleri kendi kimlikleri içinde hapsetmesini kabul etmek demektir. Ancak sistematik olarak bunu yapıyoruz. Eğer bir toplumun böylesi kompartmantize, yani bölümlenmiş olduğunu kabul ediyorsak ve dolayısı ile cemaatlerin kendi içlerine kapalı olduğunu kabul ediyorsak, o zaman çok garip bir toplumla, yani gettolaşmış bir toplumla karşılaşıyoruz. Burada gettoyu yalnız Yahudiler için değil herkes için kullanıyorum. Oysa biliyoruz ki, bu o kadar doğru değil. Özellikle Osmanlı şehri için yapılan çalışmalarda zannedildiği gibi bir Müslüman mahallesi, bir Yahudi mahallesi, bir Ortodoks mahallesinin olmadığı ortaya çıkıyor… Buradaki hayatların birbirinden temassız gelişiyor olduğu doğru değil. Evlerin konumundan burada bir karışımın söz konusu olduğu anlaşılıyor…
Bu aşamada ikinci zehirli bir kelimeye geliyoruz: Kozmopolitizm! Bu kelimenin çok negatif olarak kullanıldığını söylemek mümkün. Aslında bu terime tüm kariyeri boyunca çok değişik manalar yüklenmiş… Bu bir kere kişiye ait bir tanımdı 18. yüzyılda.  Kendini dünya vatandaşı sayan dolayısı ile aydınlanmanın bir parçası olan, dini sınırları aşmayı beceren bir “esprit universel”, bir evrensel zihin manasında kullanılıyordu bu kelime. Bu anlam gittikçe değişti ve kozmopolitizm artık bir şehri, bir mekanı anlatır oldu. Şimdi bu kavram Türkiye’de çok kötü bir konotasyon ile anıldı. Özellikle cumhuriyetin kurulması aşamasında, İstanbul’un düşüşü, Ankara’nın yükselişi esnasında İstanbul’a yakıştırılan en büyük suç, en büyük günah kozmopolit olması idi. Yani işgalcisi, işbirlikçisi ile, azınlıkları, saray yanlıları ile bir karışım olma durumu… Bugün kozmopolitizm artık tekrar olumlu olarak algılanmaya başlandı gelinen noktada. Irkların, dinlerin etnik grupların kaynaşması ve ondan bir şeylerin çıkması olarak algılanıyor. Bana sorarsanız 19. yüzyılın sonunda, 20. yüzyılın başında İstanbul kozmopolit bir yer değildi. Bu olguyu kantitatif bir değer olarak almak doğru değil. Yani 3 Rum, 5 Yahudi ve 2 Ermeni bir araya geldiğinde burası kozmopolit oluyor demek değildir. Bunun böyle olması için ön şart bu karışımdan, yalnız beraber yaşayan bir topluluk çıkması değil, ortak bir kültürün de çıkması. Yani bu farlılıkların bir araya geldiklerinde bir üst kültürün ortaya çıkması. Ben, bu üst kültürü kimlik manasında kullanmıyorum. Bu tabandan gelen bir şey…
Bu açıdan bakacak olursanız İstanbul 16. ve 17. yüzyıllarda büyük bir ihtimalle kozmopolitti. Burada ulus diye bir mefhum yok, henüz Avrupa yok – burada Avrupa suçlu diye söylemiyorum… Burada müziğe bir bakın mesela… Türk sanat müziği dediğimiz müziğin en büyük bestekarları arasında Ermeni, Rum, Musevi ve Müslümanlar var. Bu dört unsur bu müziğin üretiminde ortaklaşa çalışmışlardır ve ortaya bir şey çıkmıştır. Bu müzik, Yahudi değildir, Rum değildir, Müslüman değildir. Osmanlı müziğidir. O anlamda Osmanlılık bir üst kimlik oluşturabilmiştir. Fakat 19. yüzyılın ikinci yarısında bunun artık olamadığını görüyoruz. Bunun başlıca sebebi, Avrupa’dan gelen değişik havadır.

Devamı haftaya...