Yakin tarihten günümüze; ülkemizden ve Türk Musevi Cemaati`nden g

Geçen hafta ilk bölümünü yayınladığımız röportajın ikinci bölümünde, 1980- 2007 dönemini araştıran yazarlarımız Viktor Apalaçi, Alber Nasi, ve Marsel Russo` nun duygu ve düşüncelerine yer veriyoruzTuna SAYLAĞ

Toplum
9 Ocak 2008 Çarşamba
Viktor Apalaçi
Ben, Şalom’un yayın hayatının 1980- 1990 dönemini yazdım. Diğer yılları araştıran arkadaşlarım arasında, gazetecilik meziyetleri ve becerileri benden üstün yazarlar var. Benim ayrıcalığım, bugünkü Şalom yazarları arasında, Avram Leyon ile çalışma fırsatını bulan tek kişi olmam. Gad Nasi’nin İsrail’e taşınmasıyla 1965- 71 yılları arasında Şalom’un yazı işleri müdürlüğünü yaptım. Avram Leyon’un sağladığı imkan ile 1966’dan itibaren Cannes Film Festivali’ni akredite gazeteci sıfatıyla izleme olanağı buldum.
Araştırmayı yaparken neler hissettiğime gelince... O döneme bakarken gözümün önüne hep Avram Leyon geldi. Cesareti, özgüveni, zarafeti ve bilge kişiliğiyle, Yahudi Cemaati’nin duayen gazetecisi Avram Leyon...Her yıl gazetenin kuruluş günü olan 29 Ekim’de, yakınlarını ve Şalom yazarlarını mütevazı bir salonda bir araya getirmeye özen gösterirdi. Bu yıldönümünü kutlamalarının hiçbirinde bir cemaat ileri gelenine rastlamadım.
Sivri kalemiyle, cemaat hayatındaki aksaklıkları eleştirdiği için Avram Leyon cemaat yönetimi tarafından pek sevilmezdi.
Şalom’un baskıya hazırlandığı, Ziya Paşa Yokuşu’ndaki Bereket Han’ın ilk katındaki küçük dairede ve Avram Leyon’un sahibi olduğu matbaada sayısız hatıram vardır. Bunların en önemlisi, maddi zorluklarla boğuşan Avram Leyon’un gazetesini ayakta tutabilmek için, matbaa makinelerini teker teker satma fedakarlığını göstermesiydi. Makinenin satışından gelen paranın bir kısmı, zaten o makineyi çalıştıran işçinin kıdem tazminatına giderdi.
1980- 90 yılları arasında Türk Yahudi Cemaati’nde yaşanan sayısız olay arasından tek bir tanesini anlatacağım: Cemaatin Şalom’u satın alma sürecini. Avram Leyon’un hayatı boyunca eleştirdiği cemaat yöneticileriyle nasıl uzlaşıp, gazetesini satma kararını aldığını merak ederdim. Araştırmamda şu yöntemi kullandım: dönemin bütün aktörleriyle yüz yüze söyleşi yapmak için randevular aldım.
Sinemaya olan ilgim, beni Japon usta Akira Kurosawa’nın 1950 tarihli “Rashomon” başyapıtında kullandığı yöntemi uygulamaya yöneltti. Dünya sinemasının en parlak yönetmenlerinin saygısını kazanmış bu kuramcı sanatçı (sonraları çok taklit edilmiş), şu yöntemi kullanıyordu: “Rashomon”u, aynı olayı yaşayan dört kişinin bakış açısından anlatmalı.
9. yüzyılda geçen Pirandello’vari öyküsüyle film, bir haydudun, yanındaki güzel kadını kaçırmak amacıyla bir soyluyu öldürmesiyle gelişen olayları anlatır. Ölen adamın ruhu dahil dört ayrı kişi, aynı öyküyü kendi açılarından yorumlarlar.
Avram Leyon’un bugün yaşayan tanıdıkları, cemaatin o günkü yönetim kadrosu ve satıştan sonra “yeni Şalom”a hayat veren genç yazar kadrosunun bireyleri ile görüştüm. Bir tarafın ak dediğine diğer tarafın kara dediğine tanık oldum. Olayları o günleri yaşayanların ağzından değil de, bir süzgeçten geçirip, sentez haline getirdikten sonra kitaba aktarmayı yeğledim.
“Şalom’da 60 Yıl”ın yayınlanmasından bu yana iki ay geçmesine rağmen ciddi bir itiraz sesinin yükselmemesi, işimi doğru yaptığımın kanıtı.

Alber Nasi
1990-  2000 yılları arasını inceledim ve yazdım. Bu proje ortaya atıldığında yazı kurulunda altı araştırmacı arandı. Bu tip projelerde  pek fazla görev almamama rağmen bu çalışma beni heyecanlandırdı. Diğer araştırmacı ve yazarlardan farklı bir konumum vardı. Masada o dönemi yaşayan sadece üç kişi kalmıştık. Biri Sara Yanarocak, kendisi projede zaten yer almıştı, diğeri ilk baştan beri beraber çalıştığım İvo Molinas idi. Kitabın yazılma aşamasında İvo, Selim’in Bar- Mitzva hazırlıklarıyla meşguldü.  Bu işi, o yıllarda Şalom’da bulunan birinin yapmasının en doğru olacağı inancıyla söz konusu dönemi incelemeye gönüllü oldum.  Bilirsiniz belki, Şalom ciltleri sadece talep eden Şalom yazarlarına verilir. Bütün yazarlar araştırmalarını gazetede yapmak zorundayken, ciltlerin önemli bir kısmının evimde olması araştırmalarımı oldukça kolaylaştırdı. 
1990 – 2000 yılları arasında  Şalom’da aktif olarak çalışıyordum. Üniversite öğrencisiyken girdiğim Şalom’un o yıllardaki gelişimini yaşama fırsatı yakaladım. İlk çevirim, ilk köşe yazım hep bu senelerde yayınlanmıştı.  Haberlerin arasında kendi çevirdiğim/yorumladığım haberleri görünce, durup o günleri hatırlamadan edemedim. Sadece Şalom’un gelişimini değil kendi kişisel gelişimimi ve hatta Şalom’un hayatımda/ gelişimimde  oynadığı rolü anlama fırsatı yakaladım.  1990 – 2000 arasını derlerken  Şalom’da, o günlerde yaşadığımız güzellikleri, heyecanları ve acıları tekrar yaşadım. O seneler Şalom’un şahlandığı bir dönemdi.
20. yüzyılda hangi on senelik dilime bakarsanız bakın çok ciddi değişimler ve gelişmeler görürsünüz. Ama 20. yüzyılın son on yılı özellikle teknolojiye bağlı olarak iletişimin, ulaşımın çok kolaylaştığı, globalizasyon sürecinin başladığı bir dönem.
Türk Yahudi Cemaati’ni etkileyen en önemli etkinlik hiç şüphesiz 500. Yıl faaliyetleridir. 
500. Yüzyıl Vakfı’nın hem Türk Yahudi Cemaati’nin geniş Türk toplumuna tanıtılmasında hem de Türkiye’nin dünyada tanıtılmasında çok önemli rolü  oldu.
Yine bu dönemde İsrail ile Türkiye’nin yakınlaşması hem iki ülke açısından hem de bölge barışı için son derece önemlidir.
Yahudi Cemaati ile ilgili olarak ilgimi en fazla çeken olgu, yetişmiş ve eğitimli gençliğin özellikle ABD, İngiltere, Avrupa ve İsrail’e göçü oldu. Genç yaşta göç edenlerin bir bölümü geri dönse de hatırı sayılır kısmı gittikleri yerde kaldılar.
Bu kitabı kimler ve neden okumalı diye soracak olursanız...
Bu kitap sadece cemaatimiz mensupları tarafından değil geniş toplum tarafından da okunması gereken bir araştırma. Türkiye Yahudi Cemaati’nin 1947 – 2007 yılları arasındaki yaşayışının, kültürel olaylarının yanı sıra, Türkiye Yahudilerinin gerek dünya, gerekse Türkiye’ye bakışını gösteren bir yapıt. Günümüzden 60 sene sonra bile bu kitap, araştırma amaçlı olsa da açılıp okunacak.

Marsel Russo
60. yıl kutlamaları kapsamında hazırlanacak almanak fikri ilk oluştuğunda ve bunda bana da görev verildiğinde, ilk aklıma gelen gazete arşivlerinin nasıl taranacağı idi. Metodoloji ile ilgili hiçbir veri yoktu önümde.  Daha önceden benzer bir tecrübem olmadığı gibi, hangi kritere dayanarak olayları seçmem gerektiği konusunda da kesinleşmiş bir fikrim de yoktu açıkçası…
Ancak masa başına oturup gazete sayfalarını çevirmeye başladığımda taşlar yavaş yavaş yerine oturmaya başladı. Bana verilen 2000 ile 2006 yılları arasıydı ve bu dönem bir yerde gazetenin olgunluk devrine isabet ediyordu… Dolayısı ile işim ilk dönemleri harmanlayan arkadaşlarımdan daha kolaydı.
Gazetenin sayfalarını taramaya başladığımda, olaylar bir film şeridi gibi akıp gitmeye başladı. Türkiye ve bölgemizdeki siyasi, ekonomik durumdan, toplum yaşantısına dek her konuyu kesintisiz izlemek gibi bir şeydi bu… Köşe yazılarını okumak ve gelişen olaylara verilen tepkileri görmek ilginçti doğrusu.
İşin redaksiyon kısmı çok sorun olmadı. Ancak açık söylemek gerekirse almanağa canlı taşınacak olayların seçimi beni bayağı zorladı. Yakın geçmişi inceliyor olmak ister istemez, “bu dönem, okuyucunun hafızasında tazedir, dolayısı ile seçimde çok titiz olmam gerekiyor, önemli bir olayı atlamam umarım” yollu bir baskıyı hissettirdi bana !
İncelediğim dönem dünyanın global terörle tanıştığı bir dönemdi ve bunun izlerini toplumda, dolayısı ile gazete sayfaları arasında bulmak mümkündü. Burada bana göre en dramatik olaylar zinciri, 11 Eylül saldırılarından sonra yaşanan süreç ve bu süreçte, Türk Yahudi toplumunun başına gelenlerdi.  Üzeyir Garih’in cinayete kurban gitmesi ve bu cinayetin üstündeki sis perdesinin kamuoyu nezdinde tam da kalkmamış olması, Yasef Yahya olayı ve 15 Kasım sinagog saldırıları… Bunlar bizim toplum olarak yaşamaya alışık olmadığımız travmalardı. 1986’da da Neve Şalom Sinagogu bombalanmıştı, ama saldırı Arap teröristler tarafından yapılmıştı ve bu özelliği ile 15 Kasım olaylarından ayrılıyordu.  Daha sonra, 2006 İsrail – Hizbullah savaşı esnasında oluşan somut anti- semitik dalgayı da anımsamak gerek.
Türk – İsrail ilişkilerinin artan tempoda serpildiği ve ülkeyi yönetenlerin bu konuda sıcak söylemler geliştirdiği bu dönemde, Türk kamuoyunda yeşeren ve maalesef cinayet ve saldırılarla hayat bulan Yahudi düşmanlığı, ister istemez akla bazı sorular getiriyor. İşte beni en çok düşündüren bu konu oldu.
Dindar – muhafazakar bir hükümetin İsrail ile her alanda son derece iyi ilişkiler geliştirmesini sokaktaki adam onaylıyor mu ? Ya da siyasetin ayak izlerini halk takip ediyor mu ? Eş deyişle Türk – İsrail ilişkilerinde görülen sıcaklık konjonktürel bir yakınlaşma mı, yoksa halklar arası bir sempati mevcut mu  ? Bunun cevabı gazetenin sayılarında var. Belki somut olarak verilmiyor...Ortalama Türk halkının olayı kavrayış şeklinin, ülkeyi yöneten yetkili ve sorumlu çevrelerin yaklaşımlarına dayanak sağlamadığı  gerçeğini görmek için çok çaba harcamak gerekmiyor.