Şayet sorun İsrail'in yüzölçümüyle ilgiliyse, hemen Alsace- Lorraine veya Texas gibi bir sınır sorununa sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. Bir başka ifadeyle, uzun dönemde kolay olmasa da, çözümü olanaklı olan ve şu anda da sineye çekilebilir.
Ama öte yandan sorun İsrail'in varoluşuysa, açık ki görüşmelerle çözülemeyecek bir sorun. Varoluşla, varolmayış arasında taviz verilebilecek bir pozisyon yok ve İsrail'deki düşünülebilecek hiçbir hükümet ülkenin var olup olmaması gerektiğini tartışmaz.
FKÖ ve diğer Filistin sözcüleri, zaman zaman yabancı dillerde diplomatik söylemlerinde İsrail'i tanımaya yönelik resmi işaretler verdi. Ancak bu mesaj evde, ilkokullarda ders kitaplarından, siyasi beyanatlara ve dini vaazlara kadar her yerde Arapça olarak verilmedi.
İsrail'in bir Yahudi devleti olarak, Arap Birliği içindeki 20 Arap ülkesi ya da İslam Konferansı içindeki daha fazla sayıdaki İslam ülkesi gibi, var olma hakkını samimi bir şekilde kabullenmeden, barış görüşmeleri yapılamaz.
Mülteci sorunu Sorunun görüşmeleri nasıl etkilediğini göstermek için çok tartışılan mülteci sorunu iyi bir örnek. 1947- 48 yıllarındaki savaş sırasında, bir milyon Arap vatandaşın dörtte üçü ya İsrail'den kaçtı ya da sürüldü (birçok yerde her iki durum da geçerli) ve komşu Arap ülkelerinde mülteci olarak yerleşti. Aynı dönemde ve sonrasında, Arap ükelerinde yaşayan bundan biraz daha fazla sayıda Yahudi, önce Araplar tarafından kontrol edilen (tek bir Yahudinin bile kalmasına izin verilmediği) Filistin mandasındaki bölgeden, sonra yüzyıllar boyu, bazı durumlarda binlerce yıldır ataları ve kendilerinin yaşadıkları Arap ülkelerinden ya kaçtı ya da sürüldü. Yahudi mültecilerinin büyük bir kısmı İsrail'e yerleşti.
Gerçekte olansa, bir yıl önce, İngilizlerin kontrolündeki Hindistan ile Pakistan'ın ayrışması sırasında Hindistan topraklarında olan nüfus mübadelesinden farksızdı. Hindular ve diğerleri Pakistan'dan Hindistan'a, Müslümanlar Hindistan'dan Pakistan'a olmak üzere, milyonlarca mülteci her iki yöne de kaçtı veya sürüldü. Diğer bir örnekse, Polonya'nın doğusunu Sovyet topraklarına kattığı ve Polonyalılara bunun karşılığını doğu Almanya'dan bir kısım toprakla tazmin ettikleri II. Dünya Savaşı sonrasındaki Doğu Avrupa'ydı. Bu durum da kitlesel bir mülteci hareketi başlattı; Polonyalılar Sovyetler Birliği'nden Polonya'ya kaçtı ya da sürüldü, Almanlar, Polonya'dan Almanya'ya kaçtı veya sürüldü.
Devletsiz Filistinliler Polonyalılar ve Almanlar, Hindular ve Müslümanlar, Arap topraklarından Yahudi mülteciler, hepsi yeni vatanlarında yeniden yerleşti ve normal vatandaşlık haklarına uyum sağladı. Daha da dikkate değer olan husus, bütün bunların uluslararası bir yardım olmadan gerçekleşmiş olması. Tek istisnası komşu Arap ülkelerindeki Filistinli Araplardır.
Ürdün hükümeti Filistinli Araplara bir çeşit vatandaşlık tanıdı, ama onları mülteci kamplarında tutmayı sürdürdü. Diğer Arap ülkelerinde, Birleşmiş Milletler'in fonlarıyla, hiçbir hak veya olanaklara sahip olmadan devletsiz yabancılar olarak kaldılar.
Paradoksal olarak, bir Filistinli İngiltere'ye ya da Amerika'ya kaçtığında, beş yıl sonra vatandaşlığa kabul edilme hakkına sahip olup, burada doğan çocukları, doğumdan itibaren vatandaşlık haklarını elde ediyor. Şayet Suriye, Lübnan veya Irak' gitse, kendisi ve torunları devletsiz olmayı sürdürüyor.
Bazı Arap çevrelerinde, İsrail'i kabul etme ve hatta İsrail'in bölgedeki kamu yaşamına olumlu bir katkıda bulunabileceği olasılığına inanma yönünde işaretler var. Fakat bu tür fikirler sadece gizlice ifade ediliyor. Bazen, bu fikirleri ifade etme cüreti gösterenler ya hapsediliyor ya da başlarına daha kötüsü geliyor. Bu türden fikirler liderlikler üzerinde ya çok az ya da hiç etki bırakmıyor.
Bu durum bizi Annapolis zirvesine geri getiriyor. Şayet mesele İsrail'in yüzölçümü değil de, onun varlığıysa, görüşmeler başarısızlığa mahkum. Geçmişin ışığında, Araplar İsrail'i yok etmeyi başarana veya bu amaçlarından vaz geçene kadar mesele bu ve böyle kalacak. Şu anda bunun her ikisi de eşit derecede olanaksız görünüyor.
Bernard Lewis
Referans Gazetesi, 29/11/2007