İsrail ve Filistin arasında canlanan barış görüşmelerinin en zor üç başlığı özel bir komisyon tarafından ele alınacak. Annapolis'in en önemli özelliği çözümü çok zor olduğu kabul edilen sorunun barışçıl bir şekilde yönetilmesi gerektiğini ortaya koyması. Oslo'dan sonra oluşan, ancak 2001'den itibaren t
Annapolis zirvesiyle birlikte 2001 yılından beri askıda olan İsrail – Filistin barış görüşmeleri resmen başladı. Her ne kadar taraflar arasında gerçekleşecek müzakereler 2008 yılı sonunda anlaşma imzalanması amacını gütse de altmış yılı aşkın bir süredir çözümlenememiş sorunların bir yıl içinde sonuca bağlanacağına inanmak gerçekçi değil. Müzakere sürecinin resmen başlaması ile uzlaşma sağlanamayan konuları görüşmek üzere kurulan ekipler çözüm önerileri hazırlayacak. Taraflar arasında anlaşmazlıkla sonuçlanan 2001 Taba görüşmelerinde üzerinde uzlaşma sağlanamayan üç temel konu var: 1. Mülteci sorunu, 2. Batı Şeria’nın sınırları, 3. Kudüs’ün statüsü.
İsrail ve Filistin arasında canlanan barış görüşmelerinin en tartışmalı üç ana başlığı kurulan özel bir komite tarafından ele alınacak. Komiteye İsrail adına Dışişleri Bakanı Tzipi Livni, Filistin adına eski Başbakan Ahmet Kurey başkanlık edecekler. Komitenin öncelikli gündemini mülteciler, Kudüs’ün statüsü ve sınırların belirlenmesi sorunlarında uzlaşma yolları aramak. Bu yazı barış anlaşmasının önünde engel oluşturan bu üç temel sorunu inceleyecek.
Mülteci sorunu
Arap ülkeleri tarafından ortaya atılan ilk barış planı Camp David ve Taba Barış görüşmelerinin anlaşmazlıkla sonuçlanmasından sonra Ortadoğu’nun yeniden savaş alanına döndüğü 2002 yılında Suudi Arabistan Kralı Abdullah tarafından hazırlandı. Arap Barış Girişimi adıyla anılan bu planın formülü basitti: “İsrail’in 1967 yılında işgal ettiği topraklardan çekilmesi karşılığında Arap ülkeleri ile ilişkilerinin normalleştirilmesi.” Beyrut’ta yapılan Arap Birliği toplantısında tasarı birçok ekleme yapılarak kabul edildi.
Onaylanan planda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 194 sayılı kararına atıfta bulunularak Filistinli mülteci sorununa kalıcı bir çözüm bulunması istendi. Filistin tarafının bu maddeyi tüm mültecilerin İsrail topraklarına geri dönmesi şeklinde yorumlaması üzerine dönemin Başbakanı Ariel Şaron planı gerçekçi olmadığı gerekçesi ile reddetti.
Mülteci sorunu Kudüs’ün geleceği ile birlikte İsrail- Filistin anlaşmazlığının sert çekirdeğini oluşturuyor. 1948’de Arap ülkelerinde göç eden yarım milyonu aşan Filistinlinin nüfusu bugün dört milyondan fazla. Bu insanların tamamına geri dönüş hakkı tanınması altı milyon nüfuslu İsrail devletinin ne ekonomik ne de demografik olarak baş edemeyeceği yaşamsal bir sorun, yani İsrail’in kırmızı çizgisi.
Noam Chomsky dahil birçokları yıllardır İsrail devletinin Arapları göçe zorladığını hatta “etnik temizlik” yaptığını iddia ediyor, ancak tarihi belgeler ve önemli Arap yöneticilerin açıklamaları bu görüşün gerçeği yansıtmadığını ortaya koyuyor. Altı Arap devleti İsrail’e bağımsızlığını ilan ettiği anda top yekun savaş açtılar. Bu ülkeler “Yahudileri denize dökene kadar” Filistinlilerin geçici göçünü desteklediler. Filistin Araştırmalar Enstitüsü, mültecilerin “kendi rızalarıyla savaş bölgesini terk ettiklerini ve % 68’inin tek bir İsrail askeri dahi görmediğini” belgeliyor.
1972 yılında anılarını yayınlayan Suriye eski Başbakanı Khalid al- Azm bakın ne diyor: “1948’den beri mültecilerin geri dönüşünü biz istedik... ama onları göçe zorlayan da bizdik... onları biz felakete sürükledik... ülkemize çağırdık ve mülteci kamplarına tıktık.” FÖY Lideri Mahmud Abbas 2003 yılında Wall Street Journal’a verdiği demeçte bu gerçeği doğruluyor: “Arap orduları Filistin halkını evlerini terk etmeye ve göçe zorladılar, kendi ülkelerine götürerek Yahudi gettolarına benzer hapislere tıktılar.”
Bu açıklamalar, İsrail Devleti’nin mülteci sorununda hiç kusuru olmadığı anlamına gelmiyor. Özellikle bağımsız hareket eden Yahudi militanları onlarca Arap köyünün boşaltılması için halka baskı uyguladı. Ancak, 1949 yılında ateşkes ilan edildikten sonra İsrail Devleti sınırları içinde kalan Arap nüfusuna vatandaşlık hakkı tanıdı. Diğer taraftan, Ürdün dışındaki Arap ülkeleri Filistinli mültecilere çalışma ve mülk edinme hakkını dahi yasaklayarak bugüne kadar kamplarda yaşamaya mahkum etti. Bu nedenle 60 yıl sonra tüm mülteci sorununu İsrail Devletinin üzerine yıkmanın gerçekçi ve yapıcı bir yaklaşım olmadığı açık.
İsrail devletinin kurulması ile birlikte Arap ülkelerinde yüzyıllardır yaşayan 850 bin “Arap Yahudi’si” yurtlarından kovularak yeni kurulan Yahudi Devletine göç etmeye zorlandı. Bir anlamda ortada mübadele anlaşması olmasa da karşılıklı bir nüfus değişimi yaşandı. İsrail, Arap ülkelerinden kovulan Yahudilerin haklarının gözetilmesini Taba görüşmelerinde talep etti.
Bernard Lewis’in bu konuda yakın zamanda kaleme aldığı “İsrail'in yüzölçümü mü yoksa varlığı mı sorun?” başlıklı makalede vurguladığı gibi 1948 yılında Hindistan – Pakistan arasında yaşanan dine dayalı nüfus mübadelesi veya Sovyetler Birliği’nden ile Polonya ve Almanya’ya kaçan milyonlarca insan için bugün bir mülteci sorunun gündeme getirilmemesi Filistin – İsrail sorununa örnek teşkil edebilir.
Arap ülkelerinde yaşayan dört milyona yakın Filistinlinin İsrail’e yerleştirilmesi talebi İsrail tarafından bu ülkeyi demografik olarak yok etmeyi hedefleyen bir gizli amaç olarak algılanıyor. Mülteci sorununun çözümü için başta Filistinlilerin yaşadıkları Arap ülkelerinde, Avrupa ve ABD’ye yerleşen Filistinlilerde olduğu gibi, vatandaşlık haklarının verilmesi gerekiyor. 60 yıldır kamplarda çalışma, eğitim gibi temel haklardan yoksun olarak yaşayan bu insanların arzu ettikleri taktirde kurulacak Filistin devletine göç etme hakları İsrail tarafından kabul ediliyor. Filistin tarafı da Taba görüşmelerinde mülteci sorununun tazminat ve Filistin’e dönme yöntemi ile çözülebileceğine dair olumlu sinyaller verdi.
Batı Şeria’nın sınırları
Taba zirvesinde Gazze’nin tamamen Filistin kontrolüne bırakılması öngörülüyordu. Ariel Şaron hükümetinin 2005 yazında Gazze’yi İsrail askerlerinden ve yerleşimcilerden tamamen boşaltması ile bu sorun büyük ölçüde çözülmüş durumda. Batı Şeria da ise durum biraz daha karmaşık. Bunun temel nedenleri, İsrail’in güvenlik kaygıları ve bu bölgede yaşayan çeyrek milyonu aşan yerleşimcinin geleceği.
İsrail hükümetleri 1967’den itibaren yürüttüğü yerleşim politikaları ile 135 yerleşim yeri kurulmasına resmen onay verdi. Uluslararası hukuk bakımından çok tartışmalı bir şekilde Filistin topraklarına el konulmasını destekledi. 2005 yılında Şaron hükümeti tarafından hazırlatılan Sasson raporu bu gerçeği gözler önüne seriyor. İsrailli insan hakları kuruluşlarından B’tselem’in işgal altındaki topraklarda yaptığı çalışmalar hukuk dışı uygulamaları ortaya koyuyor. Bu yerleşimlerin bir kısmı artık şehir denebilecek ölçekte.
Filistin tarafı yerleşim konusunun çözümü için Batı Şeria’nın %3lük bir kısmının İsrail’e toprak değişimi çerçevesinde verilmesine sıcak yaklaşıyor. İsrail, kendisinde kalacak yerleşimcilerin yaşadığı toprak parçasının %6 olmasında ısrar ediyor. Bu konuda müzakereler haritalar üzerinden yürütülüyor. Toprak değişimi esası bu sorunun çözümünün anahtarı, taraflar toprak değişimine sıcak yaklaşıyor. Kurey- Livni komitesi bu konuda uzlaşma önerisi hazırlayacak.
Kudüs’ün statüsü
Asırlar boyunca haritalarda dünyanın merkezi olarak gösterilen üç dinin kutsadığı bu kurak şehir İsrail – Filistin çatışmasının en sert çekirdeğini oluşturuyor. Yahudi halkına ismini veren Yehuda tepeleri üzerine Kral David tarafından MÖ 1000 yılında kurulan şehir yüzyıllar boyunca Ortadoğu, Akdeniz ve Batı medeniyetlerinin ilgi odağı oldu. 1967’den beri batısı İsrail’in devlet kurumlarını barındıran (uluslar arası tanınmadan yoksun) başkenti. Doğusu ise İsrail nüfus kağıdına sahip Arapların yoğunlukta yaşadığı kurulacak Filistin devletinin başkenti olmaya aday. Clinton planı Arap mahallerinin Filistin, Yahudi mahallelerinin ise İsrail kontrolüne bırakılmasını öngörüyordu. İki tarafın da prensip olarak kabul ettiği bu öneri uzlaşmanın temelini oluşturabilir.
İki ülkenin başkenti tek şehir olma fikrini barındıran bu öneri Kudüs’ün tüm dinlerin ibadetlerini rahatça yapabileceği bir “açık şehir” olmasını öngörüyor. Taraflar arasında kabul gören bu öneri görüşmelerin Yahudiler için Tapınak Tepesi Müslümanlar için Harem- ül Şerif olarak bilinen tepenin egemenliğinin kimin tarafında kalacağı üzerinde uzlaşma sağlanamaması nedeniyle askıda kaldı. Osmanlı egemenliğinde Kudüs’te tüm dinler rahatça ibadetlerini gerçekleştirebiliyorlardı. 1948- 1967 arasında tüm kutsal mekanları barındıran Kudüs’ün Eski Şehri Arap olmayanlara kapalıydı. 1967’den sonra İsrail hükümeti şehri herkese açık hale getirdi. Harem- ül Şerif’in yönetimini Ürdün’e bağlı İslami Vakfa bıraktı ve Yahudilerin Tapınak Tepesinde ibadet etmelerini yasakladı. Ancak mekan Yahudiliğin en kutsal yeri olduğu için İsrail halkının çoğunluğu üzerinde ibadet etmeseler dahi egemenliğini bırakmaya karşı. Filistin tarafı da Doğu Kudüs’ün egemenliğini barış antlaşması için olmazsa olmaz bir şart olarak görüyor.
Kudüs’ün egemenliği sorunun çözümü için taraflar arasında güven ve işbirliği ortamının oluşması şart. Bugün varolan statüko ile üç dinin kutsal mekanları serbestçe gezi ve ibadete açık. Bu sükunet ortamının korunması kapsamlı bir barış planının uygulanabilmesi için şart.
Barış mümkün mü?
Yakın zamanda her iki tarafı da tatmin edecek yaratıcı bir çözümün ortaya çıkması zor gözüküyor. Ancak 1967 sınırları temelinde iki devletli bir çözüm ilkesinde tarafların uzlaşmış olması 1993 Oslo antlaşmaları ile başlayan sürecin yapıcı bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. FÖY lideri Mahmud Abbas Filistin İsrail ilişkilerini “Annapolis öncesi ve sonrası” olarak iki döneme ayırdı. Arap ülkelerinin de desteğini alan bu sözler çok önemli bir yaklaşım değişikliğinin ifadesi.
Annapolis’in en önemli özelliği çözümü çok zor olduğu kabul edilen sorunun barışçıl bir şekilde yönetilmesi gerektiğini ortaya koyması. Oslo’dan sonra oluşan ancak 2001’den itibaren tamamen yok olan güven ve işbirliği ortamının tekrar inşa edilebilmesi için iki taraf ta çalışmaya hazır olduklarını gösterdi.
Filistin halkı tüm Arap aleminin belki de en demokratik ve en eğitimli toplumu. Yalnızca Batı Şeria’da altı üniversite var. Üniversiteden çıkan gençler İsrail’in güvenlik nedeniyle oluşturduğu katı kontrol politikaları ve altyapı eksikliği sonucunda işsiz kalıyorlar. Şiddetin durması için ekonomik gelişim mutlaka desteklenmeli.
Paris’te geçen ay yapılan zirvede 7,4 milyon dolar toplanması Filistin’in inşası için hayati önem taşıyor. Filistin halkının ekonomik gelişimi imkansız görülen sorunların aşılabilmesine olanak sağlayabilir. Gazze ve Batı Şeria’da istihdam yaratacak projelerin zaman kaybetmeden hayata geçirilmesi şart. Bu nedenle TOBB öncülüğünde imzalanan sanayi bölgesi projesi iyi bir model teşkil ediyor. Tarafların karşılıklı güven arttırıcı önlemleri sürdürmeleri kalıcı bir barışın temellerinin sağlam atılabilmenin ön koşulu.