Tufan ERBARIŞTIRAN
Dinler tarihinde Yahudiler kadar çok savaşan, acı çeken, üzülen, dramatik olaylar yaşayan başka bir ırk/din yoktur. Avrupa’daki Yahudiler en son olarak İkinci Dünya Savaşı’nda işkenceden geçirildi, sakat bırakıldı, birçoğu da diri diri yakıldı… Temelden çürük, anlamsız hatta tehlikeli bir ideolojinin vahşeti sonucu milyonlarca Yahudi acı içinde, yaşamının tadına varamadan kül oldu…
Aharon Appelfeld 1932 yılında, şimdiki Moldova topraklarında bulunan Czernovitz, Bukovina’da doğdu. Annesi, Nazilerin doğu harekatı sırasında öldürüldü. Appelfeld, Transnistria’daki çalışma kampına gönderildi ama kısa sürede kaçtı. Sonraki üç yıl boyunca ormanlarda dolaştı. 1944 yılında Kızıl Ordu tarafından bulundu, Ukrayna’da cephe mutfaklarında çalıştı, sonra İtalya’ya gitti. 1946 yılında ise Filistindeydi. Halen İsrail ordusundan emekli olup, evli ve üç çocuk babasıdır.
Romanın kahramanı olan Bay Siegelbaum, toplama kamplarından sağ kurtulan şanslı insanlardan biridir. Böylesine ağır bir travma geçiren, günlük yaşamda sosyal davranış çatışkısı içinde olan kahramanımız, trenlerde yolculuk ederek kendini rahatlatmaktadır. Kişinin kapalı bir mekanda kalarak sürekli seyahat etmesi, bir yerden ötekine gitmesi, belki de yaşamını bilinç altında garantiye almak isteğinden kaynaklanmaktadır. Kamplarda arkasında silahlı bir Nazi ile yürüyen, her an öldürülme korkusu yaşayan, sabahı görüp göremeyeceğini bilemeyen birinin tedirginlik içinde kalması olağandır, bunun aksi düşünülemez bile. Kamplarda sevdiklerinin kurşunlandığını ya da fırınlarda yakıldığını görmek kolayca unutulacak bir olay değildir… Savaştan yıllarca sonra karşılaştığı bir Alman’la arasında şu konuşma geçer: “Yahudileri öldürüyorduk. Korkunç bir işti ama çok gerekliydi. Ruha ferahlık veren bir işti. …yavaş yavaş önemli bir şey yapıyor olduğunuzu öğreniyordunuz.”
Bay Siegelbaum savaştan sonra geçimini özellikle Yahudilikle ilgili eski eserleri satarak sağlamaktadır. Orta Avrupa’daki pazarlardan bu tür eski eserleri (şamdanlar, Tevrat’ın eski kopyaları, mezuzalar…) toplamaktadır. Kahramanımızın bu işi bir tür sır saklama gibidir. Aslında Nazi Albayı Nachtigel’i aramaktadır. Sevdiklerini öldüren, bunu yaparken de hiçbir rahatsızlık duymayan, sıradan bir işmiş gibi davranan bu adamı bulup öldürmelidir. Ruhu ancak o zaman rahat edecektir. Bu kadarla kalsaydı, sonuçta tipik bir kaçış kovalama içeren, ucuz bir polisiye/gerilim türü bir roman ortaya çıkabilirdi. Yazar soykırımdan kurtulan birinin bilincini soğan zarı gibi açıyor, en üste yaşam kaygısı, ortaya öldürme duygusu ve en sona da halen saklanma içgüdüsünü koyuyor. Biz yorumumuza en sondan başlayacağız.
Kahramanımız yıllarca kaldığı kamplarda ezilmiş, dövülmüş, korku dolu günler yaşamıştır. İnsanlığın tanık olabileceği en ağır olayları görmüştür. Böyle bir kamptan kaçmak, kurtulmak, ‘dışarıdaki’ özgür dünyaya ait olmak isteği dayanılmaz bir arzudur. Kapalı bir alanda gün ışığı gör(e)meden, pislik, korku ve acı içinde kalan birinin bu travmayı atlatması hiç de kolay değildir kuşkusuz. Tel örgünün ötesi özgürlüktür. Oraya ulaşmak, yeşil çimlere korkmadan doyasıya basmak, güneş ışığında yıkanmak ne kadar güzel bir duygudur. Bunun çaresizliği içinde olan birinin düşlerinde hep o ‘yer’ vardır. Tıpkı T. Moore’nun ‘Ütopya’sı gibi…
Romanın kahramanı bir yerde sabit kalamaz. O artık sürekli gezmek, dolaşmak ve seyahat etmek zorundadır. Aynı yerde biraz fazla kaldığında kötü düşler, eski tedirginlikler yeniden belirmektedir. Üstelik tren vagonları, kompartımanları güvenlidir de. Burada kendini tüm tehlikelerden uzak tutmaktadır. Onun belleğinde yer alan öldürülme korkusu, açık alanda Nazi askerleriyle karşılaşma paniği burada yoktur. Öyle ya, kendisine ne yapacağını herkesin önünde aşağılayarak söyleyen, yere yatırıp tekmeleyen, öldürmekle tehdit eden, sürekli hakaret eden ‘birilerinden’ uzaktadır. Trenin içinde onu kimse göremez, tanıyamaz, peşine takılamaz. Yolculuk boyunca vagonlarda dolaşabilir, yemek yiyebilir, içki içebilir. Hatta canı isterse fahişelerle birlikte olabilir. Tüm bunların temelinde ise, bedenini ve ruhunu özgürce kullanma isteği vardır. “Gövdem yolu ezberlerdi. Artık her hosteli, her oteli, her lokantayı ve büfeyi, sizi en ücra köşelere götürecek taşıtları biliyorum.” Her sene belirli aylarda Avusturya ve civarını gezmektedir. Eski dostlarını bıraktığı yerde bulmaktadır. Birçoğu süreç içerisinde değişmiştir. Onlarla geçmişi konuşmaktadır. Gençliklerini, din değiştirenleri, siyaseti, ticareti en çok da soykırımı… Bu seyahatlar yirmi yıldan fazla sürmektedir.
Trene her binişinde, lunaparka giden bir çocuk gibi sevinmektedir. Mutludur. Trene binmek, raylar üzerinde kayıp giden bir taşıtın içinde olmak, tehlikeden uzak seyahat etmek harika bir duygudur. Cam kenarında oturup, dışarıdaki manzarayı doyasıya izlemek. Ruhunun derinliklerinde kalan acı, dram, bilinç kaybı gibi devasa duygular, zamanla yerini tren seyahatlarına bırakmıştır. Yani bu geliş ve gidişler ruhundaki ‘travmayı’ törpülemektedir. Kahramanın ‘başkalaşma’ ve ‘korunma’ içgüdüsünün kabuğudur tren…
Soykırımı yaşatanların aymazlığı, Yahudi düşmanlığı bilinen bir gerçektir. Hitler’in, ‘Kavgam’da yazdığı gibi, “Yahudiler katledilmelidir” sözleri ilahi bir emir gibi uygulanmıştır. Bunu kabul edenlerin inanırları zamanında Roma zulmüyle çok acılar yaşamıştır oysa ki… Kahramanımız Nazi Albayının izini böyle bir seyahat sırasında öğrenmiştir. Bütün sorun onu nasıl öldüreceğidir. Eline aldığı silahla atış talimleri yapar. ‘İşi’ bitirecektir. Buna kesin kararlıdır. Onca öldürülen Yahudi’nin kanını yerde bırakmayacaktır. Yazar burada tipik bir öldürme olayı yaşatmıyor okura. Edebiyatın içine felsefe ve psikolojiyi yüklüyor. Bizce çok da iyi yapıyor. Bilinen anlamıyla soykırımdan kurtulan bir Yahudi sonunda ‘kamptaki herkesin intikamını alır.’ Yazarın ayrıcalığı burada beliriyor ve çok farklı bir bakış açısı getiriyor. Romanın finali gerçekten üzerinde sosyologların ve psikologların çalışması gerekecek kadar ‘derin’ bir anlayışla yazılmış. Önce o bölümü birlikte okuyalım. “Hoşça kal demek için elini kaldırdı. O hareket olmasa onu vuracağım şüpheliydi. Ama o hareket, söylemiş olduğu her şeyden çok bana Nachtigel’in kamptaki genç astlarıyla olan dostluğunu ve onlara yağdırdığı babacan ilgiyi hatırlattı. Onlara bir baba gibi davranıyor ve kısa süre içinde onları kendisi kadar acımasız yapıyordu.” Bu muhteşem bölümün son satırını yeniden okuyalım. “…onları kendisi kadar acımasız yapıyordu.” Burası gerçekten de düşünsel, ruhsal hatta bilimsel açıdan tartışmaya açıktır. Her üç açıdan ciltlerce kitap ve tez yazılabilir. Kahramanımız onca yıl peşinde koştuğu adamı bulduğunda, onunla tanışır, ama öldürmeyi göze alamaz. Çünkü kendisi bir katil değildir! “Onlar gibi” değildir. Nazi Albayının elini kaldırarak veda etmesi, onda bazı çağrışımlar yapar ve işte o zaman tetiği çeker… Ruhunun derinliklerinde bir aydınlık belirmiştir… Şimdi tel örgünün dışındadır. Öldürülen, yakılan ve işkence edilen her Yahudi adına ‘sınırı’ geçmiştir. İşte özgürlük! Bundan sonra yapması gereken şey ise, eski eser ticaretini sürdürmektir. Bir işadamı olarak yaşamını devam ettirecektir. Ruhunun en üstündeki bu ‘kılıf’ onun tüm geçmişini, az önce yaptığı ‘işi’ unutmasına yarayacaktır. Görev tamamlanmıştır.
A. Appelfeld’in yazmış olduğu “Demir Raylar” konusu kadar, anlatımı ve yazarın varmak isediği ‘sonuç’ itibariyle sadece Yahudilerin değil, (herkesin) okuması gereken bir kitap.
Aharon Appelfeld
Demir Raylar
Çeviren: Nazmi Ağıl
Yapı Kredi Yayınları
Roman / 130 sayfa