Bursa Barosu İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Avukat E. Hakan Özdemir’in II. Dünya Savaşı sırasında yaşanan Yahudi soykırımı üzerine hazırladığı iki bölümlük çalışmasının ilkini bu hafta yayınlıyoruz. 27 Ocak Holokost’u Anma Günü dolayısı ile daha da önem kazanan bu çalışmasını bizimle paylaştığı için Özdemir’e teşekkür ederiz
Avrupa’nın Modernleşme Süreci Üzerine…
Hiristiyan inanç dogmasını sistematik bir öğreti haline getirmek amacıyla kendileri de birer din adamı olan filozoflarca üretilen, ortaçağın dinsel eğitim veren manastır ve katedral okullarında geliştirilen ve zaman içinde bütünlüklü bir teolojik hayat kültürü niteliğine ulaşan Skolâstik Felsefe, Avrupa kültür tarihinde bin yıllık bir dönemi kapsamaktadır.
Aklı ve onun ürettiği bilgiyi yalnızca dini inancı doğrulamak ya da kuvvetlendirmek için kullanan, bu hizmeti dışında ise insanı ve aklını dinsel dogmaların altında değersizleştirip hiçleştiren skolâstik ortaçağ felsefesinden, Renaissance ve Reform Hareketleri’nin dönüştürücü etkileri ile birlikte, 15.yy.’dan itibaren uzaklaşılmaya başlanmıştır.
Renaissance Felsefesi, Avrupa kültür tarihinde 200 yıl devam etmiş olup, insanlık için kökü ve amacı bu dünya olan bir değerler sisteminin, bir öte dünya yerine bu dünyaya ait olmak isteyen yeni bir hayat kültürünün arayış çabalarını ifade etmektedir.
17. yy.’da ise bu arayış sürecinin tek pusulası olarak AKIL olgusu benimsenmiş ve Renaissance’da ifadesini bulan yeni fakat dağınık yapıdaki tüm düşünce parçaları bir araya getirilip, sistematik bir niteliğe / programatik bir yapıya kavuşturulmuştur. 17. yy.’ın önemi de, bu yüzyılın gerçeği bilmek adına AKLI tek araç olarak benimseyip, AKILCILIK (Rationalizm ) çığırını açmış olmasıdır.
18. yy. akla inanıp güvenmede kendisinden önceki yüzyıllardan daha da ileri giden bir yapıya sahiptir: Kopernik, Galileo, Kepler tarafından doğa ve astronomi alanlarında elde edilen buluş ve ilkelerle ön-başlangıcını yapan modern doğa bilimi, bu alanda devam eden ve arka arkaya gelen başarılarla birlikte, insanda giderek aklının bütün bir hayat üzerinde egemen olabileceği düşüncesinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Böylece 18. yy.‘la birlikte, aklın tüm bir kültür dünyasına uygulanması, hayatın bütününün akılla aydınlatılıp, ona akılla egemen olma harekatına girişilmiştir. Pratik politik hayatın bütün alanları akla ve onun ürettiği nesnel bilgiye duyulan büyük güvenle akılcılaştırılmış; ‘Akılcı ve laik devlet’, ‘Akılcı hukuk‘, ‘Akılcı eğitim’ anlayışları oluşturulmuş ve devamında ‘Akılcı bir din’ anlayışı dahi yaratılmıştır.
Günümüz Batı Kültürü’nün oluşmasında kesin ve belirleyici etkilere sahip olan Aydınlanma Felsefesi’nin Avrupa’lı bireyin önüne koyduğu ideal ise, bilginin sürekli ilerlemesi ilkesine dayanan “Akıl Kültürü” üzerinden insanın özgürlük ve mutluluğunun da sürekli artacağı ve nihayet durmadan gelişip ilerleyen insanlığın yolun sonunda birleşip, evrenselleşmeyi yakalayacağı düşüncesidir.
18. yy.ın sonlarına doğru dünya sahnesine çıkan kapitalist ekonomi-politiğin bilimi ekonomik gelişmenin hizmetine sokması, askeri yapıların ise bilimsel pratiği bütünüyle ordu harp teknolojilerine yönlendirmesiyle birlikte ‘araçsal’ bir düzeye indirgenmiş olsa da, akılcılık hareketi ve akla duyulan o büyük güven tüm bir 19. yüzyıl boyunca devam ederek, 20. yüzyılın ilk yarısında kavramları, olguları ve değerler bütünü ile bilim/teknoloji merkezli, rasyonel bir hayat kültürü olan MODERNİZM’i yaratmıştır.
Modern Birey Üzerine …
“Aydınlanma Nedir?“ sorusuna Immanuel Kant o ünlü tanımıyla şu cevabı vermiştir: “Aydınlanma, insanın kendi kusuru ile içine düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır.“
Kant’a göre skolastik ortaçağ insanı, Tanrısal Akıl karşısında kendi bireysel aklını kullanabilme cesaretini gösteremeyen ‘çocuk’ insanı ifade ederken; Aydınlanma’nın bireyi, hazır bulduğu geleneksel şemaların ve dinsel üst-otoritelerin kılavuzluğuna başvurmaksızın kararlarını kendi aklı ile kendisi alabilen ‘erişkin’ insanı temsil eder. Erişkin insan, kendi aklı ile aldığı o kararlara dayanan eylemlerinin sorumluluğunu da yine tek başına taşıyabilme gücünü gösterebilen insandır.
Başka bir deyişle, modernleşen insan ‘Kişisel Sorumluluk’ kavramı ile tanışıyor, eylemlerinin ortaya çıkarttığı ahlaki yükümlülüklerin değerlendirmesinde tamamen kendisi ile baş başa kalıyordu. Peki ötekinden bağımsızlaşıp, kişiselleşen modern birey, söz konusu ahlaki değerlendirmelerini neyle ve nasıl yapacak ve ne adına kendisini sorumlu kılacaktır?:
Renaissance – Reform - Aydınlanma Paradigması’nın Tanrı’yı Dünya’nın dışına doğru iterken, O’nun yerine hayatın merkezine İnsan’ı ve Aklı koyduğunu söylemiştik. Bununla birlikte Kant, insan aklının yoğun saldırısı karşısında dinsel/metafizik alanın aşama aşama gasp edilmesi sürecinin modern bireyde yaratacağı yıkıcı ahlaki boşluğun da farkındaydı. Tanrı’dan ve Tanrısal olandan uzaklaşan, ahlaki değer ve değerlendirme ölçütleri için artık dini referanslara başvuramayan modern birey, ‘Tanrı’nın Ölümü’ sonrası ahlaki sorumluluğunu oluşturacak yeni bir dayanağa ihtiyaç duymakta idi. İşte Kant, modern bireyin karşı karşıya kaldığı bu ahlaki müphemliğe, ‘İyi’nin Yeni Ölçütü Nedir?’ sorusuna, onun önüne ‘Pratik Aklın Eleştirisi’ kitabıyla (1788) ‘Yeni Bir Ahlak Felsefesi’ koyarak yanıt vermiştir:
Kant’a göre insan ‘İyi’yi Tanrısal yasalar öyle istediği için seçmemelidir. Aynı şekilde insanın ‘İyi’yi seçmesinin, ‘Kötü’ olandan uzak durmasının sebebi kişisel pragmatik çıkarlarının gereklilikleri de olmamalıdır. İnsan Tanrısal ya da dünyevi bir şey elde etmek için değil, iyiliği salt iyilik yapmak için gerçekleştirmelidir. Bunu sağlayacak olan ise aklın ‘Kategorik Buyruğu’dur. ‘Günlük yaşamın içindeki akıl’ ya da ‘İrade’, kendi içinde biçimlendirdiği/düzenlediği ‘Yasa’sı ile insanı doğrusal, doğrudan ve doğal bir şekilde İyi’ye götürür. Kant’ın ‘İyi İrade’ dediği ‘Özgür İrade’ de budur.
Modern bilim ve sanat anlayışımızı kurmuş olan Kant, Antik Yunan’daki Sokratik köklerinin ‘İyi olan Akli’dir. Akli olan da İyi’dir.’ önermesi paralelinde; bireyin ‘İradesi’ni onun ‘İyi’ ve ‘Kötü’ karşısındaki tek ahlaki değerlendirme ölçütü haline getirmek ve İrade’nin de doğrudan ve doğal bir şekilde insanı İyi eyleme yönlendireceğini koyutlamak suretiyle, modern etik anlayışımızı da oluşturmuştur.
Paradigmanın Kırılması …
İnsan aklının sınırsal çerçevelerinin dışında ve ötesinde yapılanan bir hayat kültürü içinde 1000 yıl yaşamış olan Avrupa, sonrasındaki 500 yıllık zaman süreci içinde, tarihsel seyrini yukarıda aktardığımız ve bugün kendisini ‘Modernizm’ diye adlandırdığımız, bir ‘Akıl Kültürü’, bir “Bilgi İmparatorluğu” kurmuş bulunmaktadır.
Yine gördüğümüz üzere, bu kültürün uygar, akılcı ve iyi üyeleri, oluşturdukları kollektif aklın zaman içinde tüm insanlığı sarıp sarmalayacağı ve sonunda da tüm dünyayı ortak bir mutluluğa ve refaha taşıyacağı yönünde samimi bir inanca sahiptiler.
Peki Modernizm’in ya da büyük harfle Aklın bu iddia ve idealleri, dünyamızı bir ‘Yeryüzü Cenneti’ haline getirmeyi gerçekten sağlayabilmiş midir? Ardı ardına gelen iki dünya savaşı ve yaşadığı büyük hayal kırıklıkları sonrası Avrupalı birey bu soruya, ‘ Ne yazık ki modernite bizlere vaadettiği şeyleri veremedi. Modernizm başaramadı.‘ şeklinde cevap verecektir.
Gerçekten de Avrupa’nın Akla duyduğu o büyük güven ve inancın ilk sarsılışı, 20.yy.ın hemen başında I. Dünya Savaşı dönemine rastlamaktadır. Avrupa’da barış ve refah yerine kavga ve yıkımın hüküm sürdüğü o dört yıllık süreçte, Avrupalı bireyin kafasında Akla ve onun bilgisine yönelik ilk soru işaretleri de oluşmaya başlamıştır. Bununla beraber, ölüm ve maluliyet hallerinin sivil insanların gözlerinden uzaktaki savaş alanlarında gerçekleştiği I. Dünya Savaşı, Avrupa üzerinde büyük dramatik etkiler yaratmamış, Aklın duvarları birkaç çatlakla bu sarsılışı atlatmayı başarmıştır.
Oysa ardından gelen II. Dünya Savaşı ve bu süreçte yaşanan Auschwitz, Nagazaki, Hiroşima deneyimleri, modern Avrupa ve O’nun temsil ettiği tüm akılcı değerler üzerinde gerçek bir kriz ve sonrasında da ciddi bir travma etkisi yaratmıştır. On milyonlarca insanın ülkelerinden sürgün edilmesi, milyonlarca insanın toplama kamplarında öldürülmesi, tek bir bomba ile aynı anda 200.000 den fazla insanın yok edilmesi gibi çürümeyi ve ölümü sıradan insanın günlük hayatının içine sokan söz konusu bu deneyimler, savaşın ardından Avrupa’nın kendisini ve ortaya çıkarttığı bu ‘Cehennem’i sorgulamasına yol açmıştır.
Aklın tüm sorunların kadiri-mutlak çözüm aracı olduğuna inanan bir uygarlık kurmuş olan Avrupa; aynı Aklın atom bombası adı altında bir ‘icat’ geliştirip, yeryüzünde bir kenti ortadan kaldırabileceğini, aynı teknik Aklın 7-8 yaşındaki Yahudi çocuklarını yakan, vücut yağlarını da kullanımı için muhafaza eden mükemmel bir fırınlama sistemi tasarlayabileceğini gördükten sonra, yarattığı akıl uygarlığı ile bir hesaplaşmaya girişmiştir.
Avrupa’nın kendi kimliğine yönelik başlattığı bu öz-eleştiri ve iç hesaplaşma sürecinin bütününü aslında tek bir soru ile ifade etmek mümkündür. İçinden geçtiği büyük krizi anlamak adına, Avrupa’nın kendisine dönüp sorduğu ve yanıtını aradığı o soru şudur: Auschwitz Nedir? Bir Avrupalı’nın kendisine sorabileceği bu en zor ve en cüretkar soruyu şöyle tercüme etmek de mümkündür: İnsanoğlunun kültürel zaferinin zirvesini yaşamakta olan bir topluluğun içinde böyle bir dehşet nasıl mümkün olabildi? Dünyanın en akılcı insanlarının yaşadığı, yeryüzünün en uygar coğrafyasının göbeğinde bu vahşet nasıl gerçekleşebildi?
Avrupa, ‘Auschwitz Nedir?’ sorusuna akademi, enstitü ve bilimsel vakıfların oluşturduğu bir uzman endüstrisi tarafından çeşitli cevaplar üretmiş ve Auschwitz‘i önce kendine sonra da Dünya’ya açıklamaya çalışmıştır. Avrupa’nın yaptığı bu yorum ve verdiği bu cevaplara daha yakından bakmadan önce, Auschwitz’in tam olarak neyi temsil ettiğini hatırlamak yararlı olacaktır: Auschwitz Toplama Kampı, tarihe Holokost (Yahudi Soykırımı) olarak geçen ve tüm Avrupa’da Yahudiler’in sistematik bir biçimde öldürülmeleri, ırksal olarak yok edilmeleri için Hitler’in doğrudan emirleriyle kurulmuş olan toplama kampları içinde, en simgesel olanının adıdır. Başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ülkelerindeki Yahudiler, tüm diğer Avrupa’lıların gözlerinin önünde zorla evle- rinden toplanmış, çok zor şartlar altında yaptıkları tren yolculuklarının sonunda getirildikleri Auschwitz Toplama Kampı’nda, önce duş alıp yıkanacakları yönünde kandırılarak sokuldukları bölmelerin içine prusik asit zerk etmek suretiyle öldürülmüşler, hemen ardından da ismi ‘Krematoryum’ olan büyük fırınlarda yakılmışlardır.
Auschwitz bu anlamı ile bir fenomendir ve bir fenomen olarak, insanlık tarihinde başka bir örneği olmayan Yahudi Soykırımı’nı tek başına kendinde temsil eder.
Avrupa’nın Auschwitz’i anlamak, insanoğlunun bu en derin ve en karanlık deneyimini açıklamak için başvurduğu yorum ve analiz çalışmaları arasında en bilinen ve yaygın olanı, Auschwitz’in kökleri Hz. İsa’nın çarmıha gerilerek öldürülüşüne kadar götürülebilecek olan Hiristiyan Antisemitizmi / Yahudi Karşıtlığı’nın doruğa çıktığı bir an ve nokta olarak sunulmasıdır. Bir başka deyişle Holokost, Hiristiyan Avrupa’nın Yahudi dinine ve bu dinin üyelerine karşı binlerce yıllık geleneğe sahip olan dinsel kininin, büyük ve dehşetli bir yansıması olarak açıklanmıştır.
Auschwitz’i anlayabilmek adına yapılan ve yine çok yaygın olarak kullanılan bir başka yorum biçimi ise, Auschwitz’i ‘Sosyal Patoloji’ kategorisi altında değerlendiren açıklamalardır: Yüksek akılcı ilkelerle donatılmış, sağduyu sahibi Avrupa kendi içinde geçici bir ‘Deliriş Anı’ yaşamış, içgüdüsel bir saldırganlığın pençesine düşerek ‘normal ve sağlıklı’ olanın dışına çıkmıştır, yada, Avrupa 1940-1944 aralığında, insanın doğuştan gelen vahşiliğinin başıboş kalmasına, aslında derinde her insanda var olan hayvanın iplerinden kurtulmasına yol açan sosyo-kültürel bir çözülme ve bozulma dönemi yaşamış, bu hastalıklı dönemde de akıl almaz işler yapmıştır diyen ve Hitler’i Avrupa’nın bedenine dışarıdan giren bir kanser tümörü olarak algılayan yorum ve açıklamalar bütünü.
AuschwitzNedir? sorusunun yanıtına ulaşabilmek için uygulanan bir başka analiz yöntemi ise, parçayı bütünden ayıran ve cevap için sorunun ortaya çıktığı yer olan Alman toplumunun kendisine odaklanan ‘Parça Odaklı’ yaklaşım yöntemidir. Bu yaklaşıma göre sorunun yanıtı, 3. Reich denen iğrenç devleti kuran, Nazizm denen canavarlığı yaratan Almanya ve Almanlar’dadır: Alman tarihinin kendine has bazı dönüşümleri, Alman burjuvazisinin çıkarları, sıradan Alman’ın disiplini ve itaati seven yapısı, Hitler’in takıntılı- nevrotik ruh dünyası, O’nun peşinden giden Alman toplumunun ahlaki kayıtsızlığı ve acımasızlığı gibi Soru’nun cevabını sorunun Almanlığı üzerine odaklayan, problemin nedenlerini problemin ortaya çıktığı yerle özdeşleyen yorum ve açıklamalar bütünü.
Avrupa’nın Auschwitz’i anlayabilmek adına uyguladığı ve temel olarak yukarıda aktarılan yaklaşım ve analiz yöntemlerini kullandığı söz konusu ‘Kültürel Otopsi’, sürecin sonunda ulaştığı tüm bu bulgu, bilgi ve çıkarımlarla kendini tamamlamış bulunmaktadır.
Peki söz konusu otopsi sonuçları, elde edilen yanıtlar acaba insanoğlunun bu suçun işleniş sebeplerini tespit edip, suçluyu teşhis edebilmesini ve en önemlisi de, bu suçun tekrar işlen-mesini engelleyebilmesini sağlayacak yetkinlik düzeyi ve derinliğine ulaşabilmişler midir?
‘Suç’un hacmi ve boyutları, o suça yönelik gerçekleştirilen sorgulamanın yoğunluğunun da belirleyicisi ve ölçütü olmalıdır : Alman Devleti 2. Dünya Savaşı döneminde yaklaşık 6 milyon Yahudi’yi öldürmüştür. Sayıya lütfen dikkat edin. Çünkü günde 100 kişiyi öldürürseniz, bu sonuca ulaşabilmek için yaklaşık 200 yıl boyunca bu işlemi tekrar etmeniz gerekir. Eğer Kesin Çözüm’e ( Yahudilerin Yakılarak Yok Edilmesi ) giden yolu tüm Yahudilerin Davut Yıldızı takmaya zorlanması noktasından yani 1941 yılından itibaren başlatırsak, Hitler ve taraftarları aynı sonuca 3,5 yıl gibi inanılması olanaksız bir süre içerisinde ulaşmıştır.
Açık bir biçimde belirtilmelidir ki; ne ‘ Dinsel Hınç’ açıklaması, ne ‘ Sosyal Patoloji’ kategorisi, ne de ‘Parça Odaklı‘ yaklaşım yöntemi, ‘3,5 yıl içinde 6 milyon insanın öldürülmesi‘ olgusunu açıklayabilecek yetkinliğe ve derinliğe sahip değildir. Kaldı ki yapılan farklı tarih ve teoloji çalışmaları, sosyal psikoloji ve siyaset bilimi alanlarına ait ek tahliller de, söz konusu yorumların yetersizliğini zaman içinde ortaya çıkartmışlardır.
Örneğin yaşanan soykırımın yapısal nedeninin antisemitizm olduğunu iddia eden tüm açıklama biçimleri; Virginia Üniversitesi’nde Yahudi Araştırmaları Programı’nı yürüten Henry L. Feingold’un, o yıllarda bir anket çalışması yapılsaydı, bu çalışmanın ”muhtemelen, Weimar süresince, Almanların Yahudi düşmanlığının Fransa’dakinden daha az olacağını göreceğimizle sonuçlanacağını“ belirten ifadesi karşısında önemli bir biçimde zayıflamaktadır.
Yine, 2000 yıllık bir tarihe sahip olan antisemitizmin niye daha önce değil de 20.yy.’ın orta-larında böylesine bir uygulamaya yol açtığı sorusu, “Dinsel Hınç” yaklaşımını savunanlarca tam olarak cevaplandırılamamaktadır. Kısacası, “Dinsel Hınç” yanıtı, Auschwitz’in benzer- sizliği ve bir önceli olmayan niteliği karşısında eksik kalmış, ‘Kızgınlık’, bir ırkın böylesine toptan ve sistematik soykırımı için tatmin edici bir açıklama olarak kabul görmemiştir.
Özet olarak ise, Auschwitz’i anlamak adına yapılan tüm yorumlar, öne sürülen tüm yanıtlar Auschwitz’i açıklamak konusunda sığ ve yetersiz kalmış, uygulanan otopsi başarısızlıkla sonlanmıştır.
Bununla birlikte, Avrupa’nın kendi kimliğiyle giriştiği bu hesaplaşma süreci her ne kadar başarısızlıkla sonlanmış olsa da, Avrupa açısından aynı zamanda önemli bir ‘İşlevsel Sonuç’la tamamlanmıştır. Peki nedir bu ‘İşlevsel Sonuç’?:
Avrupa’nın ‘Auschwitz Nedir?’ sorusuna vermiş olduğu yanıtların tümü son tahlilde tek bir ortak mesajı vermektedir: Auschwitz deneyimi, Avrupa’nın yüzyıllar boyunca adım adım kurduğu kültürünün bir ürünü değil, geçici ve tekrarı mümkün olmayan bir hatasıdır. Bu mesaj ise yine tek bir şeye hizmet etmektedir: Avrupa’nın kendi kültürünü aklaması, sosyo-kültürel yapıda asli ve radikal revizyonlara gitmeye gerek olmadan Avrupalı kimliğini ve yaşam biçimini koruması. Böylece Avrupa kucağındaki saatli bombayı etkisiz hale getirmiş, sorunu çözmese dahi yarayı dağlamıştır. Her şeyin sonunda ve sonrasında gelinen nokta ise, teorik bir gönül rahatlığı ile Auschwitz’in insanlığın ortak bilincinde unutuşa ve unutuluşa terk edilişidir.
Av. E. Hakan ÖZDEMİR
Bursa Barosu İnsan Hakları
Komisyonu Başkanı